Washington,
Brüksel'i
Türkiye'ye çifte standart uygulamakla eleştiriyor. AB de
Irak Savaşı sırasında Washington'un tavrının Türkiye'yi Batı'dan soğuttuğunu iddia ediyor. Ancak
tartışmanın "ekseni kaymış" durumda. Çünkü Türkiye'nin kaybedildiği tezi yanlış.
ABD
Savunma Bakanı Robert Gates'in 9 Haziran'da Londra'da Türkiye'nin Doğu'ya "itilmesinden"
Avrupa Birliği'ni sorumlu tutmasından bu yana Atlantik'in iki yakasında Türkiye'yi kimin "kaybettiğine" dair hararetli bir tartışma sürüyor. ABD, Brüksel'i Türkiye'nin üyeliği söz konusu olduğunda çıtayı yükseltmekle yani bir tür çifte standart uygulamakla itham ederken AB de Irak Savaşı sırasında eski ABD'nin tavrının Türkiye'yi Batı'dan soğuttuğunu iddia ediyor. Aslında iki taraf da kendince haklı ancak tartışmanın "ekseni kaymış" durumda. Zira Türkiye'nin "kaybedildiği" tezi tamamen yanlış. Robert Gates'in ağır ithamına önce AB Komisyon Başkanı
Jose Manuel Barroso ardından da ithamın doğrudan hedefi olan
Almanya
Başbakanı Angela Merkel'den
cevap geldi. Komisyon Başkanı ile AB'nin motoru Alman liderinin Gates'e en üst düzeyde cevap vermeleri tartışmanın ciddiyetini gösteriyor.
Öncelikle Türkiye'nin herhangi bir cepheye "kaybedilmesi" söz konusu değil. Bu
ülke Tanzimat'tan bu yana kendisini Batı'da görüyor, "
Kızıl Elma"ya ulaşmak için mücadele ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en muhafazakâr bilinen liderlerinin Türkiye'yi
Avrupa Birliği'ne taşıyan adımları atması aslında çok izah edici bir tespit. "İslamcı", "gerici", "ülkeyi ortaçağ karanlığına götürüyor" ithamlarının hepsine sırasıyla maruz kalan Adnan
Menderes, Turgut
Özal ve şu anki Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan, Türkiye'yi Avrupa'ya taşıyan üç lider. O zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu'na müracaatı 31 Temmuz 1959'da yapan Menderes, 14
Nisan 1987'de tam üyelik başvurusu yapan Özal ve nihayet müzakereleri 3
Ekim 2005'te başlatan Erdoğan. Türkiye'nin kaybolduğu yok, Türkiye AB yolunda demokratikleştikçe kendini "buluyor".
Türkiye'nin "kaybedildiği" yanlış ama bir soğumanın yaşandığı doğru. Burada kabahatin büyüğü Avrupa Birliği'nde. 1999'da Türkiye'yi
aday ilan ettiğinde tamamen "eşit" muamele sözü veren Brüksel, müzakere kararı aldığı 16-17
Aralık 2004 Zirvesi'nde bu sözünden caydı. AB tarihinde ilk defa bir aday ülkeye serbest dolaşım hakkından ve AB bütçesinin önemli bir kısmından "daimi" olarak dışlanabileceği söylendi. Bununla da yetinmedi AB.
Kıbrıs meselesinin çözümü için elinden geleni yapan Türkiye'yi ve
Annan Planı'na "
evet" diyen Kıbrıslı Türkleri cezalandırdı. Şu an 33 müzakere faslından 18'i askıda, 14'ü Kıbrıs , 4'ü
Fransa yüzünden. Bir de Merkel ve Sarkozy'nin "ağzınızla kuş tutsanız giremezsiniz" olarak yorumlanan tavırları var. 2003-2004'te yüzde 70-80 aralığında dolaşan Türklerin AB üyeliğine desteği daha sadece 12 fasıl açılmışken yüzde 30-40 aralığına gerilemiş durumda. Bu açıdan baktığımızda Gates'in Avrupa eleştirisine katılmamak mümkün değil.
Peki, Avrupa Türkiye'yi itti de, ABD kucakladı mı?
27 Nisan askerî müdahalesine ne dediği anlaşılamayan,
Ergenekon sürecinde sürekli kaçak güreşen ABD'nin de demokrasisini derinleştirme mücadelesi veren Türkiye'ye ne kadar
destek verdiği tartışmaya açık. Barroso'nun "ABD, Irak Savaşı sırasında Türkiye'ye saygılı davranmadı." tespitini önemsemek gerekiyor. ABD ve AB'nin, Türkiye'yi algılama eksenini değiştirmesi gerekiyor.
SELÇUK GÜLTAŞLI