Mü’minin münafıktan, vefalının vefasızdan, yiğidin kalleşten, Nebi’ye gerçekten bağlı olanın yüreğinde zaaf bulunandan ayrıldığı yerdir Uhud!..
Uhud’da, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek başı yarıldı, sinn-i şerifi (şerefli dişi) düştü oraya, bildiğiniz gibi. Osmanlıların dinlerine, diyanetlerine, peygamberlerine saygıları çok derindir; oralar vesayet altına geçince, o hatıraların her birerleri için birer âbide dikmişler. Uhud’a da bir abide dikmişlerdi. Hatta Fakir, 1968’de, Uhud’un göbeğinde, o mübarek “sinn”in (dişin) düştüğü yerde bile çok küçük, kümbet çapında fakat yıkılmış, onarılmamış bir yer görmüştüm. Bilmiyorum, hâlâ koruyorlar mı? Geçelim onu, konunun esası değil.
Bir diğer taraftan da orada seyyidinâ Hazreti Hamza gibi birisinin şehadeti… Tabii… Hususî yeri itibarıyla his dünyamı bütünüyle harekete geçiriyor. Sokaklarda Efendimiz ile beraber el ele koşuşturmuşlar, beraber aynı memeden süt emmişler; aralarında bir-iki yaş farkı var. Amca… Göğsünü germiş; her yerde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa etme mevzuunda kalkan gibi davranmış. Fakat orada kalleş bir mızrak ile şehit olmuş. Ağlayanı olmadığından, onu da dert edinmiş benim Efendim!.. Sıkıntılı bir ân…
Yine, Sahabe-i kirâm arasından seçip Medine’ye gönderdiği insanlardan bir tanesi, Mus’ab İbn-i Umeyr’dir. Daha dünyaya, dünya cihetiyle bakma durumuna gelmeden, dünya ile -bir yönüyle- zifaf olmadan, o genç yaşında oraya gitmiş. Tehlikeleri göğüslemiş, başında kılıçlar kavis çizmiş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle yirmiler, otuzlar onu dinlemiş; bir gün gelmiş, kadın-erkek, çoluk-çocuk yetmiş insanı Akabe’de, Allah Rasûlü ile yüzleştirmiş. O, Uhud’da evvelâ bir kolunu, sonra başka bir kolunu, sonra başını kalkan yapmış.
Ve daha niceleri orada şehadet şerbeti içmiş. Bildiğiniz gibi, yetmiş tane şehit var orada. Demek ki, bunlar Allah Rasûlü’nün etrafında/çevresinde sütre olan insanlardı. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmak için, bunları tırpanlamak lazımdı, kâfirlerce. Ve onlar, tırpanlandı orada, şehit oldular.
Bunların hepsi, Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinde bir ızdıraba dönüşmüştü. O’nun hassasiyet derinliği ve sevdiklerine duyduğu alâka ile bu meseleyi mukayese ettiğiniz zaman, ne ölçüde bir ızdırap duyduğunu -zannediyorum- değerlendirebilirsiniz.
Vakıa O da biliyordu ki, bu ölüp şehit olanlar, Cennet’e gidiyorlar. Dünya hayatı, muvakkattir. Burada muvakkat yaşadıktan sonra öbür tarafta buluşacak, el ele tutacak, sonra -inşaallah- “Cuma Yamaçları”nda Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetiyle serfirâz kılınacağız. Biliyordu bunu fakat kendi ruhunun ufkuna yürüyeceği zaman bile gözleri doldu, ağladı. Çünkü alıştığı, tanıştığı, oturup kalktığı arkadaşları vardı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesbihin imamesi olarak tesbihten ayrılıp gidiyordu, dâneler yalnız kalıyordu.
Uhud’da da derinlemesine bunu yaşamıştı. Ama Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) tesellisi ile müteselli oluyordu:“(Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Hazreti Muhammed ile kaim veya Hazreti Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibarıyla) Hazreti Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye mi dönüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) Allah (celle celâluhu) tesellikâr beyanıyla Efendimiz’in imdadına koşuyor, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesellide/tesliyede bulunuyordu. Öbürlerinin yerlerini de gösteriyordu orada.
Nitekim orada şehit olanlardan bir tanesi de Hazreti Câbir’in babası Abdullah İbn Amr İbn Haram (radıyallahu anhüma) idi. Allah Rasûlü, kendisi ifade buyuruyor, sahih kitaplarda: Hazreti Abdullah, orada o şehadetin zevkini, lezzetini ve halâvetini duyunca, “Ya Rabbi, beni dünyaya gönder de kardeşlerime haber vereyim!” diyor. Cenâb-ı Hak, “Dünyaya geri dönmek yok ama Ben, Peygamber’in vasıtasıyla bunu haber veririm!” buyuruyor.
Evet, böyle bir haberleşme, böyle bir muhabere de var. İmam Rabbânî’nin ifadesiyle ifade edecek olursak, “Verâların, verâların, verâların, verâların, verâların… -üç nokta- verâsıyla” bir de muhabere var; tesliye var, teselli var, gönlünü alma var O’nun; öbürlerinin gittiği yerleri O’na söyleme var. Böylece, bu fâni ve cefakâr dünyadan gidip de öbür tarafta vefâ âlemi olan bir dünyaya otağlarını kurduklarını bildirme meselesi var. Dolayısıyla bunlarla Allah (celle celâluhu) teselli ediyor. Bir, bu.