ERMAN YALAZ - TR724.COM
Bugün 8 Mart. Dünya Kadınlar Günü. Halen Türkiye’de 10 binden fazla kadın cezaevlerinde tutuklu. Lohusa, hamile, bebekli, çocuklu anneler, Anayasaya, yasalara, insan haklarına aykırı şekilde hâlâ mahpus.
Rana öğretmen onlardan sadece biri. 32 yaşına kadar talebe yetiştirmek için çalıştı. Bir sabah evini polisler bastı. Henüz 30 günlük bebeğiyle emniyet, adliye, cezaevi koridorlarında ayları geçti. Demir parmaklıkların ardına zifiri karanlık bir gecede adım attı.
Günlerce bebeğinden ayrı kaldı. O günlerde sütünü tuvaletlerinin lavabolarına sağmak zorunda kaldı. Cezaevinde bebeğiyle buluştuğu günü ve saatleri bir bayram gibi karşıladığını söylüyor.
Bebeği Melek, 1 yılını hapiste geçirdi. Emeklemeyi, yemeyi mahpusta öğrendi, dişlerini cezaevinde çıkarttı. Melek, cezaevlerinde büyüyen 700 bebeğin ilklerindendi.
Bir aylık bebeğiyle bir yıla yakın kaldığı cezaevi günlerini Tr724’e anlatan Rana Öğretmen, ’’Cezaevlerine atıldık. Ülkenin en yetişmiş insanları, en güzel kadrolarını gördüm. Aylarca iddianamelerimiz yazılmadı. Sıcak, nem, yerlerde yatan insanlar, arkanızdan bağıran, talimatlar veren gardiyanlar, demir parmaklıklar…
Nazi kamplarından birine girdiğimi düşündüm önce… O sahne gözümden hiç gitmiyor. Ülkeme, insanıma, adalete, hukuka inancımı kaybettim. Artık burada yaşayamam diye hicret ettim, sevdiklerimi, bütün hayallerimi ve umutlarımı terk ettim.” diyor.
Cezaevi günlerinden sonra ulaştığı bir batı Avrupa ülkesinde iltica sürecini bekliyor. Demir parmaklıkların ardında kadınlara, bebeklere yaşatılan zulmün en yakın tanıklarından olan Rana öğretmen, “Tek duam, arkadaşlarımın ve masumların çıkması…” ifadelerini kullanıyor
İSTİKLAL MAHKEMELERİ GİBİ…
Gece yarısına bir kaç dakika kala, buz gibi demirden bir zırhlı araç adliyenin arka kapısına yanaştı. Genç kadın, yarım saat önce kucağındaki bebeğini düşünüyordu. Üç gün boyunca yaşadıkları tam bir kâbustu. Sulh Ceza Hakimi’ni bekliyorlardı. 15 kişilik öğretmen topluluğu o gece o hakimin son sözlerini duyduklarında demir parmaklıkların arkasına gidiyordu. İçlerinde bir aylık bebeğiyle kararı bekleyen Rana Öğretmen de vardı.
Minik yavrusunu emzirebilmek için adeta polislere, adliye görevlilerine yalvarmak zorunda kalmıştı. Şimdi hayattan, sevdiklerinden ve yavrusundan koparılıp cezaevine gönderiliyordu. 15 Temmuz’un bütün günahlarını siz işlediniz, dercesini kinle kararı süphelilerin yüzüne okuyordu hakim; “kuvvetli suç ve kaçma şüphesi bulunduğundan tutuklanmalarına….”
‘BARİ ŞU BEBEĞİN HATIRINA SENİ SALIVERSİNLER…’
Genç öğretmenin gözleri karardı, etrafındaki herkes meslektaşıydı. “Allahım ne yaptım ben bu insanlara, ne yaptık biz. Bunları hakedecek hangi suçu işledim” diyordu içinden. O karar açıklanana kadar herkes ‘Bari seni şu yavrucakla salıverseler, bu kadar olmaz ki…’ diye dua ediyordu.
Adaletin gözü kararmıştı. Lohusa bir anneyi, bir öğretmeni bebeğinden ayıracaktı bu karar. Korkup bir kenara sığınıp kaldı Rana öğretmen. Elinde bağrına basıp kucaklayacağı bebeği bile yoktu. Minik kızı Melek’i bir daha göremeyeceğini düşünüyordu.
Mahkemedeki sahne İstiklal Mahkemeleri’ndekinden farklı değildi. Sıraya dizilmiş öğretmenlerin neredeyse tamamı tutuklanmıştı. Suçları sonradan açıklanacaktı, o yüzden aylarca iddianameleri yazılmayacaktı.
Adliyeye yanaşan o zırhlıya herkes sıkış tepiş bindirildi. Önce sağlık kontrolüne götürüldüler. Sonra araç tekrar yola çıktı. Bu kez adres Tarsus Kadın Tutukevi’ydi. Saat gece 03.00 olmuştu.
Zifiri karanlıkta büyük bir gürültüyle açılan kapı bu kez cezaevinin kapısıydı. Tarsus Kadın Cezaevi’ni girişini böyle anlatıyordu Rana Öğretmen. Yıllarını verdiği çocukları bir yandan gözlerinin önünden geçiyordu, diğer yanda kızı Melek, eşi, annesi, arkadaşları….
40’I ÇIKMADAN CEZAEVİNE GİREN BİR BEBEK
O dakikaları anlatırken gözyaşlarını tutamıyor Rana Öğretmen, 40’ı bile çıkmadan cezaevine gittiği Melek’i ile başlayan o kabus günlerini tekrar yaşıyor adeta… Önce Emniyet ve adliye koridorlarındaki şahitliklerini aktarıyor: “15 kişiydik. Hakim sanki birer azılı katilmişiz gibi hepimizi tek sıraya dizdi. Tutukluluğumuzu yüzümüze okudu.
Ben lohusa bir kadın olarak bebeğimden koparıldım. Yanımda bir başka öğretmen 3 çocuğundan, bir başka yaşlı kadın tansiyon, şeker hastası… Bir başkası... bir başkası… Etten bir duvar örülmüştü etrafımızda o cezaevi nakil aracına bindirilirken. Melek’imi karardan yarım saat önce emzirmiştim.
Üç gündür işittiğim azarın, tehdidin haddi hesabı yoktu. Emniyettekiler, ’12-15 yılla yargılanacaksın, bebeğini tekrar göreceğini mi zannediyorsun?’ diye bağırıp tehditler savuruyordu. Devleti yıkmaya kalkıştığımı söylüyorlardı. ‘Ben öğretmenim, kimseyi tanımam, birşey yapmadım’ diyebildim. ‘Cemaatla ne zaman tanıştın? Kimleri tanıyorsun?
ByLock kullanmışsın!? Kim yükledi bunları sana?’ bağırdılar saatlerce… İfademi okumadım bile… Tek düşüncem, iki saatte bir yanıma alabildiğim yavrumu emzirebilmekti. Ayaklarımla gitmiştim emniyete, adalete güveniyordum. Ancak azılı bir katil muamelesi gördüm. Savcılığa bile çıkarılmadım. Tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildim. Saatler içinde de tutuklama kararı verildi.
Sanki her şey önceden hazırlanmıştı. Bütün muhalifler, Hizmet Hareketi ile yakınlığı bilinenler tek torbaya atılmıştı… O gece yaşadıklarımı, acılarımı ve hayal kırıklıklarımı anlatacak hiçbir kelime ve söz bulamıyorum…”
‘KÂBUSTAN UYANMIŞ GİBİYİM…’
15 Temmuz’dan hemen sonra cadı avının kurbanı olan, 1 yılı aşkın cezaevinde bebeğiyle birlikte ölüm-kalım mücadelesi veren Rana Öğretmen şimdi Batı Avrupanın küçük bir şehrinde iltica sürecinin sonuçlanmasını bekliyor.
Türkiye’de 15 Temmuz’un ardından yaşadıklarında sonra Avrupa’daki yeni kurulan hayatını anlatmaya başlarken ‘Kâbustan uyanmış gibiyim’ diyor.
Anayasa, yasa ve insan haklarına aykırı şekilde cezaevine bir aylık bir bebekle giren, adeta esir olarak tutulan Rana Öğretmen eşiyle birlikte yaptığı istişarelerden sonra Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Hicret ve gurbet yollarına düşmüş.
Eşi de devlet memuru ve aranan bir isim olduğu için cezaevi sürecinden ve sonrasında aylarca ayrı kalmışlar. Türkiye’den ayrılma kararı verdiklerindeki düşüncelerini ise, “Artık ne güveneceğim bir adalet, ne demokrasi, hukuk, ne yaşanılacak bir hayat kalmıştı. Sadece, adalete değil, ülkeme, insanlara olan güvenimi yitirdim.” diye özetliyor.
ZİFİRİ KARANLIKTA ZULME AÇILAN DEMİR KAPILAR…
Gecenin bir yarısında geldiği Tarsus Cezaevi’ndeki koğuşları ilk gördüğü anlar ise gözünün önünden hiç gitmiyor: “Karanlık demir bir kapıdan içeriye girdim önce. Tarsus’un bu bölgesinde bir cezaevi olduğunu dahi bilmiyordum. Eşyalarımız didik arandı. 3-4 gündür süren sorgular, hakaretler, baskılar, ömrünüze cendereye alan hakim kararı ve vardığınız yer bir eski cezaevi. Aramalardan sonra bizi koğuşlara dağıttılar.
Koğuşun kapısına kadar geldim. Verdikleri sünger yatağı taşıyacak gücü bile kendimde bulamıyordum. Biri ranzalı iki odanın yer aldığı koğuşun demir parmaklıkları açıldı. Tavanlardaki floresan lambalar sürekli yanıyordu. Koğuşun yaşama alanı olarak ayrılmış odasında dahi onlarca insan, kimi bir battaniyeye sarılmış, kimi sünger yatakların üstünde yatıyordu. Bazıları uyuyamıyordu. Oturulacak, yürüyecek bir yer yoktu.
Ranzalı odada kalanların durumu da aynıydı. Sıcak, nem, yerlerde yatan insanlar, arkanızdan bağıran, talimatlar veren gardiyanlar, demir parmaklıklar… Bu manzarayı görünce Nazi kamplarından birine girdiğimi düşündüm önce… O sahne gözümden hiç gitmiyor.
Günlerce bunun şokunu atamadım üstümden. ‘Allah’ım buradan nasıl çıkacağım, ne zaman çıkacağım diyordum’ içimden. Kurban Bayramı’na günler kalmış. Herkes ana babasının elini öpmeye giderken, ben cezaevine giriyordum. Sabaha kadar dönüp durdum. Yavrum yanımda değil, sütümü gidip lavaboya sağıyorum. Ağrılarımdan duramıyorum… Sabahın ilk ışıklarıyla bir köşede sinip kalmışım…”
MELEK BEBEK CEZAEVİNE NASIL VERİLECEK?
Rana Öğretmen cezaevinde bu zor anları yaşarken, annesinin ve eşinin de gözünde uyku yoktu. Melek bebek durmuyordu, sabaha kadar ağlamıştı. Üç gün boyunca Emniyet ve Adliye koridorlarında buluştuğu annesi artık evde değildi.
O gece bir aylık bir bebeği annesizliğe alıştırmak babası Halil’e ve anneannesine kalmıştı. Annenin adliye koridorlarında sağdığı süt de bitmişti. Sabaha kadar eşinin hangi cezaevine, nereye götürüldüğünü öğrenmeye çalışmıştı bir yandan Halil Bey. Tarsus Cezaevinin kapısına vardıklarında kimsecikler yoktu.
Tatil olduğu için kapı epey bir gecikmeyle açıldı. Kollarındaki bebeği gösterip “Eşim dün gece tutuklandı, buradaymış. Kızımı ona vermek istiyorum. Bir aylık bebek, emzirmesi lazım. Annesine ihtiyacı var…” diyebilmişti boğazında kelimeler düğümlenerek.
Cezaevinin beton duvarları kadar soğuk bir cevap duydu: “Eşinizin burada olup olmadığını bilmiyoruz. Savcılığa sorun, ancak tatilden sonra cevap alabilirsiniz!”
Rana Hanım da arayış içindeydi. Telefon görüşme hakkı olan cezaevine daha önce girmiş bir isme eşinin telefonunu verip yerini bildirmek, koğuştaki hukukçu tutukluların bilgisiyle eşine ‘Nöbetçi Savcı’ya git’ demeyi başarmıştı. Cezaevinin kapısında bir başına bebekle beklerken telefonu çaldı Halil Beyin.
Sonra doğru Mersin Adliyesi’ne gitti. Savcı yoktu. Saatlerce bekledi. Geldiğinde durumunu, eşinin tutuklandığını bebeğini gösterip anlatabilmişti. Savcı talimat verince bu kez kendisine sert davranan o ceza infaz memurları bizzat arayacaktı: “Çocuğunuzu getirin annesine vermemiz gerekiyormuş”
26 KİŞİLİK KOĞUŞLARDA 58 KİŞİ
Rana Hanım, koğuşta yüreğinde fırtınalar kopar bir halde gezinirken, akşam saatlerinde koğuşun kapısı aralandı. Gardiyan onun ve bebeğinin ismini yüksek sesle söyleyerek onu kapıya çağırdı. 4 gün sonra Melek kızı karşısındaydı. Sarıldı, ağladı, kokladı…
Türkiye’de anneleriyle cezaevine giren 700 bebeğin ilklerindendi Melek Bebek. Annesiyle birlikte bir yıla yakın yaşayacağı cezaevine ilk adımını atmıştı. 26 kişilik koğuşta 58 kişi kalıyordu. Son gelen cezaevi mahkumu ise Melek Bebek olmuştu.
VE MELEK GELDİ
Rana Öğretmen o dakikaları şöyle anlatıyor: “O gün saat 16.00 sularıydı. Melek’imi yanımda görünce bütün dünyam değişti. Hiç değilse yanımda diye düşünüyordum. Koğuşun havası birden değişiverdi. ‘Bebek geldi, bebek geldi’ çağrışları arasında tatlı bir telaş başlamıştı.
Sünger yataklar kenara çekildi, temiz bir çarşafla, ranzalı yataklardan biri Melek’in oldu. Eşyalarını yerleştirdim ağlayarak… Ama o gün bütün koğuş hem hüzünle hem de hiç değilse anne-bebek kavuştu diye buruk bir sevinçle karmaşık duygular içinde kaldı… Sıkıntılı zamanda bir küçük bayram havası estirdi yavrum…”
‘İLK 40 GÜNÜMÜN NASIL GEÇTİĞİNİ KİMSEYE ANLATAMAM’
Uğradığı haksızlıklara karşı bebeğinin yanında olmasının ayakta kalmasını sağladığını anlatan Rana Öğretmen koğuşta bir yıl bir bebeğin nasıl büyüdüğünü sorduğumuzda kelimeler boğazına diziliyor: “1940’lı yıllarda yapılmış bir cezaevi, yazın sıcak günleri, nem, rutubet, sıcak bir yandan, cezaevinin pisliği öbür yandan. Böyle bir ortamda büyük büyük insanlar bile hasta olup günlerce yatıyor. Nasıl büyüteceğim ben yavrumu?
Her tarafta hamam böcekleri, cezaevine mahsus sanki yüzlercesi ortalıkta. Bir gece emzirdim yavrumu yanıbaşıma koyacağım, nevresimin üstünde bir sürü böcek. Uyuyamadım. Zaten ilk bir ay 40 günde, hele ilk 3-4 gün içinde çektiğimiz çileyi kimseye anlatamam. Cezaevi ışıkları sürekli yanıyor. Küçük küçük pencereciklerden sızan güneş ışığı. Havasız, nemli bir alan. İnsanlar terliyor. Yıkanamıyor. Hava bunaltıcı, çocuk ışıktan uyuyamıyor. O ilk günlerde geceleri ayakta geçti hep.
Onlarca insan yerlerde yatıyor. Üstü üste, istiflenmişçesine adeta. Gündüzleri uyutabildim yavrumu. Yemekler geliyor hepsi yağlı, sulu yemek. İlk aylarda anne sütü ile büyüdüğü için çok bir şey anlamadık. Ama ek gıdaya, beslenmeye başladığımızda adeta elim kolum kırıldı.
Çorba içebilecek çocuk sadece. Bekle ki gelsin. Çorba geldi. İlk gün içti. Birgün sonra çorba bozulmasın diye buzdolabında ama ısıtacak bir yerin yok. Kantinden meyve sebze istiyoruz ateş pahası. Böcekler bir yanda, cezaevinin pisliği, psikolojik zorluğu öte yanda…
Kapana sıkışmış bir hayat… Koğuşta başka çocuklar da vardı. Onlar dışarıyı özlüyor. Annelerine sürekli oyun parkı, bahçe, babalarını soruyorlar… Çocuklar gidiyor. Günler sonra dönüyorlar. Babaları varsa şanslılar; anneanneler, dedeler, babaanneler, teyzeler, dayılar çocukları eğlendirmek, bir nebze de olsa o kötü koşullardan çıkarmak için yarıştı hep.”
HASTANE VE DOKTORA ULAŞMAK BİR ZULÜMDÜ
Melek bebek 700 bebekten biriydi cezaevlerinde kalan. Defalarca hastalandı. Annesi her seferinde revire çıkabilmek, acil doktoruna ulaşmak için yalvarıyor gözyaşı döküyordu. Bir keresinde Melek bebeğin her yanı şişti, kızardı. Alerjik bir reaksiyon veriyordu. Çaresiz sabahladı.
Revire ve gardiyanlara ulaştığında bebeğiyle birlikte kendisi de doktora gitmeyi bekliyordu Rana Öğretmen. Jandarma ve gardiyanlar onu oyalamıştı. Melek bebek çoktan hastaneye gitmişti. Annesi, onu da alacaklarını ve izin için talimat yazıldığını düşünüyor ve revirde bekliyordu.
Saatlerce cevap alamadı. Sonunda bebeğini geri getirip teslim ettiler. Kanunlar cezaevinde iki yaşından küçük bebeklerin anne refakatinde doktora gideceğini yazıyordu. Ama kimse bunu dinlemiyordu. Kanun, elinde gücü tutanlar olmuştu. Kanunsuzluk olağan.
Bir başka gün mosmor morarmıştı Melek bebek. Nefes alamıyordu. Anne bebek kendini revirde buldu yine. Günlerce buhar tedavisi görmek zorunda kaldı ikisi de.
TAHLİYE TALEBİ DİLEKÇELERİNE CEVAP BİLE VERİLMEDİ
Bu arada Rana Öğretmen koğuştaki avukat, hakim, savcılardan öğrendikleriyle onlarca dilekçe yazdı. Türk Ceza Kanunu açık şekilde, cezası kesinleşmiş bir kadın tutuklunun dahi bebeğiyle hapiste tutulamayacağını yazıyordu. Ama dilekçelerin hepsi cevapsız kaldı. Tahliye talepleri reddedildi. Cezaevi koridorlarında karşılaştığı bir genç hakim ‘cinayet bile işlesen, suçun sabit dahi olsa sizi bebeğinizle bir saat bile burada tutmaya hakları yok’ diyordu. Ancak kanun, anayasa, insan haklarını dinleyen de yoktu.
KIŞ GELDİ; ISITICI ALMAK YASAK, BEBEK BATTANİYESİ YASAK…
Kış gelip çatmıştı. Rana Öğretmen ile bebeğini pencereleri kırık dökük bu koğuşta nasıl büyüteceğini düşünüyordu. Doktor raporu ile bebek ve annesi 58 kişilik koğuştan alındı. Ancak bu kez koğuşa gelenler adi suçlulardı. Onlarca suç dosyası bulunan, ahlak masasının derdest ettiği kadınlar bebek ve annenin koğuşuna veriliyordu.
Çıldırmamak içten değildi. Çaresiz aylarca buna da sabredecekti. Soğuklara karşı elektrikli soba talebinde bulundu, parasını kendisi ödeyecekti. Elektrikli soba talebi hiçbir zaman cevaplanmadı. Bebek battaniyelerini dahi alamamıştı. Kantindeki cezaevi battaniyelerinden almasına izin vardı sadece. 8 ay boyunca iddianame yazılmamıştı. İddianame yazıldıktan sonra 3-3.5 ay daha beklenecekti.
Melek Bebek büyüdü. Günde sadece 3 saatlik havalandırma saatleri mavi gökyüzünü Rana Öğretmen ile bebeğinin gördüğü yegane mutlu anlardı. Koğuşun demir parmaklıkları üzerlerine kapandığında tekrar o kasvete, mahkumiyete dönüyorlardı.
Zorlukların içinde nefes aldıkları anları sabra ve suçsuz olduklarını bilmelerine bağlayan Rana Öğretmen şu tespitleri yapıyor: “Bir çok kadın mahkum ilaçla ayakta kaldı. Depresyona girenler, hasta olanlar, hastalığı ilerleyenler… 15 Temmuz’un ilk yılında cezaevlerinde olanlar kimsenin umurunda değildi. Sıkıntıların içinde inancınız olmasa, sabrınız olmasa hiçbir şey yapamazsınız. Bunca sıkıntının içinde Rabbim bize, Kur’an öğrenen, dil öğrenen, birbirinin ilminden faydalanmaya çalışan, namazını kılan onlarca kahraman anneyi ve kadını gösterdi.”
‘ÜLKEME, İNSANIMA İNANCIMI YİTİRDİM, TEK DUAM ARKADAŞLARIMIN HÜRRİYETİ…’
Ardında bıraktığı yakınlarını, arkadaşlarını ve yaşadıklarını anlatırken ise gözleri doluyor: “Hep adalete, hukuka inancım vardı. Polis ifadeye çağırdığında kendi ayaklarımla gittim. Savcının karşısına bile çıkmadan, emniyetteki sorgunun baskısı, telkinleriyle tutuklandım. Ben bir öğretmenim, vatanıma milletime faydalı insanlar yetiştirmek dışında bir gayem olmadı. Ancak bebeğimi mahpus duvarlarında büyüttüm.
Ümidimi kaybetmemeliyim dedim. Yaşadıklarımdan sonra ülkeme, hukuka, adalete, insanlara karşı güvenimi yitirdim. Yapacak hiçbir şeyim kalmadı benim ülkeme.. Suçsuz olduğum ortada açık seçik dururken, bunları yaşadım. Çok kırgınım, küskünlüklerim var. Çok büyük dramlar yaşanıyor cezaevlerinde, mağdurların evlerinde. O yüzden çıkmaya karar verdim ülkemden. Bir hicret yolculuğu başladı, Rabbim bizi buralara kadar getirdi. Valiler, hakimler, savcılar, avukatlar, öğretmenler, hemşireler, ev hanımları…
Ne suçları var bu insanların? Haksız yere hapse atıldılar, hala hapiste tutuluyorlar… Ömründe trafik cezası almamış, memuriyet yapmış idari ceza yememiş, ülkenin en seçme kadroları, karakolun önünden geçmemiş insanlar bunlar. Beni bir odaya kapatsalar içinde bir tabanca, silah olsa, uyuyamam orada.
Beni terör örgütü üyeliği ile suçladılar. Kollarımda bir aylık bebeğimle emniyet, adliye, cezaevi koridorlarında günlerim, aylarım geçti. O yüzden kaybettim ülkeme olan inancımı, hizmet aşkımı. Tek duam bu insanların arkadaşlarımın, kardeşlerimin hürriyetlerine kavuşmaları…”