Dolarseverlerin Vatan-millet edebiyatında hiç doğruluk payı yok mu?

''Bir kamu bankasının genel müdürü, bir hükümet üyesi ile beraber, şaibeli bir işadamına, uluslararası ambargoyu delmesi için suç teşkil eden yöntemler öneriyor, akıl veriyordu. Karşılığını da ‘yeşil yeşil bakan misafirlerle’ alıyor, o misafirleri banyo lifinde, ayakkabı kutularında ağırlıyordu. Yaptıklarının suç olduğunu hepsi biliyordu.''

SHABER3.COM

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, ABD’deki Reza Zarrab davasıyla hedefin Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunu öne sürüyor. İran’a yönelik ambargodan sanki Türkiye devletinin ve AKP hükümetinin hiç haberi yokmuş da ilk kez Zarrab davasıyla haberleri olmuş gibi davranıyorlar.

Bunu yalanlayan onlarca başlık var. Sadece eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın kendi sözleri ve Zarrab’la beraber ikide bir yöntem değiştirmeleri bile bunun aksini ispat ediyor. Birleşmiş Milletler, AB ve ABD yaptırımları, Türkiye’yi de içine alacak şekilde kararlara bağlanmıştı. O zaman hepsi bunu biliyor ve yan yollar bulabilmek için çeşitli çakallıklar peşinde koşuyorlardı.

Bir kamu kurumu olan Türkiye Bankalar Birliği’nin 2012 yılına ait uyarı notundan da mı haberleri yok mesela? Bu uyarı notu, zaten her şeyi apaçık ortaya koyuyor. Notta, “İran’a Yönelik Yaptırımlar Kapsamında Banka Uygulamalarının Nedenleri Hakkında Değerlendirme” başlıklı notta, “Bilindiği üzere; Birleşmiş Milletler, A.B.D. ve Avrupa Birliği (AB) tarafından İran’a dönük çeşitli düzeylerde ekonomik, ticari, bilimsel, askeri ve finansal yaptırımlar uygulanmaktadır” dendikten sonra bu yaptırımlara uymamanın müeyyideleri sıralanıyordu.

Ayrıca, “İran’a yönelik yaptırım kararlarının ülkemiz mevzuatına doğrudan yansıması olmamakla beraber; bankalarımız, muhatap yabancı kuruluşlar tarafından, bu düzenlemelere uymaya zorunlu tutulmaktadır” hatırlatması vardı o notta. Bu taahhütlere uygun davranılmaması durumunda, transfer edilen fonların bloke edilmesi dahil, çeşitli yaptırımlarla karşılaşıldığına dikkat çekiliyordu. Açıklamada şu önemli uyarılar da vardı:

“Bu kurallara uymayan finansal kuruluşlar, ABD ve AB bankaları tarafından kendi otoritelerine bildirilmekte ve astronomik düzeyde cezai yaptırımlara maruz kalabilmektedir. Bu konudaki detay bilgilere http://www.treasury.gov/resource-center/sanctions/CivPen/Pages/civpen-index2.aspx bağlantısından ulaşmak mümkündür. Ayrıca bu bankalara dönük tüm finansal işlemler engellenebilmektedir. Örneğin 2010 yılında ABD tarafından yürürlüğe sokulan CISADA Kanununa göre; İran’la ilgili işlemlere aracılık ettiği tespit edilen Chinese Bank of Kunlun ve Elaf Islamic Bank kara listeye alınarak uluslararası finansal sisteme erişimleri kısıtlanmış; ABD finansal sistemine erişimleri ise tamamen engellenmiştir. Bankalarımızın uluslararası finansal sisteme erişim için bu hususlara dikkat etmeleri zorunluluktur.”

BM YAPTIRIMLARI 2006’DA BAŞLADI

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bir BM üyesi olarak yaptırımları tanıyan ülkelerden bir tanesi. Bu, uluslararası anlaşmalarla kayıt altına alınmış bir durum. Bugün bundan habersizmiş gibi davrananlar büyük bir pişkinlik örneği gösteriyor. Hem devleti zor duruma düşürüyor hem de kendilerini dışarıya karşı daha da gülünç hale getiriyorlar.

Gelin bu yaptırımların serencamına bir göz atalım:

BM, ilk olarak 31 Temmuz 2006 tarih ve 1696 sayılı karar ile İran’a 31 Ağustos 2006 tarihine kadar süre verdi. Bu süre zarfında nükleer faaliyetlerini durdurmaması halinde ekonomik yaptırımlar uygulanacağı uyarısında bulundu.

27 Aralık 2006 tarih ve 1737 sayılı kararla ilk yaptırımlar başladı. Üye ülkelerden ‘kendi toprakları üzerinde, karar ekinde İran’ın nükleer programı ile ilgili olduğu belirtilen kişi ve kurumlara ait bütün fonların, mali varlıkların ve diğer ekonomik kaynakların dondurulması’ istendi.

24 Mart 2007 tarih ve 1747 sayılı kararla İran’a yönelik yaptırımlar genişletildi ve silah alım-satımı da ambargoya dahil edildi. Ayrıca bir önceki kararın ekinde yer alan İran’ın nükleer programı ve balistik füze programı ile ilgili kişi ve kurumların sayısı artırıldı. Bu kişilerin seyahatlerine de sınırlama getirildi.

Bütün üye ülkeler ve uluslararası finans kurumlarından insani amaçlar ve kalkınma amaçları dışında, İran hükümetine mali yardım yapmak ya da borç vermek gibi yeni yükümlülüklere girmemeleri istendi. Buna ilaveten, üye ülke finans kuruluşlarının, bütün İran bankalarının İran dışındaki şubeleri ile ilişkilerinde, bu ülkenin nükleer ve balistik füze programına katkıda bulunmuş olmamak için dikkatli olmaları istendi.

BM Güvenlik Konseyi, 27 Eylül 2008’de kabul ettiği 1835 sayılı kararla da önceden aldığı bütün kararları teyit etti.

ABD, TÜRKİYE’YE AYRICALIK TANIDI

ABD ise 2005 yılından itibaren İran’a ambargo uyguluyor. 2005 yılında, 13382 sayılı kararname ile 8 İran bankası ve 1 İran şirketinin mal varlıkları donduruldu. ABD’li kurumların bunlarla iş yapması yasaklandı.

Ardından diğer uluslararası aktörlerin de İran’a yaptırım uygulaması için seferberlik başlatıldı. Bunun uzantısı olarak 2006 yılından itibaren BM yaptırım kararları devreye girdi.

2012 yılına girilirken de yeni bir evreye geçildi. 31 Aralık 2011 tarihinde, Kirk-Menendez Yasası olarak bilinen Ulusal Savunma Yetki Yasası kabul edildi. Buna göre, İran Merkez Bankası ve belli başlı İran mali kuruluşları ile işlem yapan banka ve finans kuruluşlarının ABD hesaplarının dondurulacağı ilan edildi. Yasada, yaptırımlar için enerji sektörü başta olmak üzere bazı alanlar için bir geçiş süreci de belirlendi. Bu belirlenen son tarihler de 2012 Haziran ayında son buluyordu.

Fakat bu yasanın Türkiye gibi müttefik ülkeleri sıkıntıya sokmaması için çeşitli muafiyetler getirildi. Bu maksatla 2013 yılında yeni bir düzenlemeye gidildi. 6 Şubat 2013 tarihli yeni kararlara göre, İran’dan doğalgaz veya petrol almak isteyen ülkelere bazı kolaylıklar getiriliyordu. Fakat bu da belli kurallara bağlanıyordu. Buna göre bu ülkeler, ihracat bedellerini ülkelerindeki bir banka hesabına yatıracaklar, bu tutarlar İran’a transfer edilmeyecek ve İran bu tutarlar ile o ülkeden yiyecek, ilaç, tıbbi malzeme ve endüstriyel ürünler alabilecekti.

Yani Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin bu yaptırımlardan ilk defa haberdar olması gibi bir durum yok ortada. Aksini iddia etmek, ortada bir devlet, devlet kurumları ve devlet aklı olmadığını ileri sürmekten farksızdır.

AB DE AMBARGO KOYDU

Avrupa Birliği de bu sürecin dışında değildi tabi ki. AB ülkeleri, BM Güvenlik Konseyinin İran’a yönelik yaptırım kararlarını kendi mevzuatlarına uyumlu hale getirerek uygulamaya koydular. AB 2007 yılında, BM’nin 1737 sayılı kararında geçen listeye kendisinin belirlediği başka kişi ve kuruluşları da ekledi. Bu kişilere vize yasağı getirmekle kalmayıp mal varlıklarını da dondurdu.

AB, 2010 yılında da İran Merkez Bankasının üye ülkelerdeki hesaplarını dondurdu. Ayrıca İran’la yapılan kıymetli maden ticaretini yasakladı.

AB Konseyi 15 Mart 2012 tarihinde bazı İranlı finans kuruluşlarını sıralayarak bunlara yaptırım istedi. 2 gün sonra Belçika merkezli, uluslararası para transferinde kullanılan SWIFT sistemi bir duyuru yaptı. Üyelerinden, Türkiye saati ile 18.00’den itibaren Avrupa Birliği Konseyi’nin bu kararında yer alan İranlı kuruluşlarla işlem yapmamalarını istedi.

AB, 2012 Temmuz ayında İran petrolüne ambargo koydu. Ayrıca Avrupalı sigorta şirketlerinin İran kaynaklı tüm petrol nakliyelerini sigortalamasını yasakladı.

2012 Ekim ayında AB, İran’dan tüm doğalgaz alımını durdurdu ve Avrupalı gemi inşa şirketlerinin İran’ın kullanımı için petrol tankeri inşa etmesini yasakladı.

AMBARGODAN KAÇMAK İÇİN HAYALİ İHRACATI KİM YAPTI?

17 Aralık dosyasına bakıldığında, özellikle 2012 yılından itibaren yukarıdaki kararlara paralel olarak Süleyman Aslan ve Reza Zarrab ikilisinin bir ‘üst akılla’ birlikte sürekli yöntem değiştirip durdukları görülüyor. Örneğin önceleri altın işi yapılırken sonra ambargo kapsamı dışında tutulan gıda ve ilaç ticaretine dönüş yapılıyor. Süleyman Aslan, durumu bizzat dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’la görüşerek bu yöntemi geliştiriyordu. Burada önemli olan şu; gerçekten gıda ve ilaç işi yapılmayacaktı. Kâğıt üzerinde yapılıyormuş gibi gösterilecek, sahte evraklar hazırlanacak ve hayali işlemlerle milyon dolarlar kazanılacaktı. Hani şu, buğday yetişmeyen Dubai’den binlerce tonluk buğday alınması; 5 bin tonluk gemilerle 150 bin tonluk gıda taşınması gibi absürtlükler işte bu süreçte yaşanacaktı.

Nitekim 17 Aralık operasyonunda Reza’nın adreslerine yapılan baskınlarda gümrüğe ait mühürler ele geçirilmiş, bu mühürlerle sahte evrak tanzim edildiği anlaşılmıştı.

‘EVRAKTA SAHTECİLİK YAPIYORUZ, HAPİS YATARIZ’

Bir kamu bankasının genel müdürü, bir hükümet üyesi ile beraber, şaibeli bir işadamına, uluslararası ambargoyu delmesi için suç teşkil eden yöntemler öneriyor, akıl veriyordu. Karşılığını da ‘yeşil yeşil bakan misafirlerle’ alıyor, o misafirleri banyo lifinde, ayakkabı kutularında ağırlıyordu. Yaptıklarının suç olduğunu hepsi biliyordu.

ABD’deki davada Zafer Çağlayan ve Süleyman Aslan’la birlikte tutuklanması istenen Zarrab’ın sağ kolu Abdullah Happani’nin sözleri zaten her şeyi özetliyor. 3 Temmuz 2013 tarihinde Zarrab’la yaptıkları bir telefon görüşmesinde, “Verdiğimiz şeyler yanlış evraklar, yani sonuçta gerçek olmayan evraklar. Evrakta sahtecilik hapis cezası gerektiren bir suç yani, paranın da ötesi bir şey” diyordu. Reza çaresizdi. “Ee, napacaz? Orjinalini mi verecez?” diye soruyordu. Ne gerek vardı ki? Happani’nin çözümü daha kolaydı. “Başka isimler üzerine paravan şirketler kurup, sahte ticareti bu şirketler üzerinden yapalım” diyor, Reza’nın da kafasına yatıyordu.

Görüldüğü gibi herkes, her şeyi biliyordu.

Dün yeşil yeşil dolarlar için bu kadar rezilliği himaye edenler, şimdi “Her şeyi devlet, millet için yaptık” hamaseti salgılıyor. Oysa oradan pis kokudan başka bir şey yükselmiyor.

<< Önceki Haber Dolarseverlerin Vatan-millet edebiyatında hiç doğruluk... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER