ŞEDDELİ Mİ ŞEDDESİZ Mİ? FAŞİST Mİ FAŞŞİST Mİ?
Bir CHP Milletvekili Erdoğan için “Diktatör değil şeddeli diktatördür” demişti.
Yani katmerli bir diktatör demek istiyor. İlginç bir yaklaşım, akıllarda kalacak bir terim.
Asıl ilgimi çeken konu, bu iddiaya verilen cevapta. Erdoğan’ın şeddeli bir diktatör olmadığını savunurken adaletten nasibini almamış ama adaleti temsil ettiğini sanan bir bakan kıvrım kıvrım kıvranıyor. Diyor ki, “O diktatör olsaydı sen böyle konuşamazdın!”
Dün Saray’da muhtarlara yaptığı konuşmada Erdoğan’ın, “Diktatörlük olsaydı adamı alıp götürürlerdi. Konuşturmazlardı” dediği haberlere konu oldu. Aynen öyle oluyor. Türkiye’de ve bazı üçüncü dünya ülkelerinde masum insanlar evlerinden alınıp götürülüyor, günlerce akıbetlerinden haber alınamıyor.
Ya! İşte böyle!
Peki bu cümle size de tanıdık geliyor mu?
Vaktiyle Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığını, sivil diktatörlüğe doğru mesafe alındığını söyleyenlere karşı da, “Eğer basın özgürlüğü olmasaydı siz böyle konuşabilir miydiniz; böyle yazabilir miydiniz!” deyip rüzgârı tersine çeviriyordu iktidar. Hatta bir ara Ahmet Davutoğlu coşkun bir yorum bile yaptı basın özgürlüğü üzerine tarihe geçecek bir laf bile etti: “Eğer muhabirler soru soruyor ve evine sağ salim dönebiliyorsa basın özgürlüğü var demektir.”
Yazık vallahi!
Koskoca bir profesöre yakışan bir laf mı bu!
AKP’nin entelektüel Başbakanı’nın basın özgürlüğünden anladığı buymuş meğer! Bir zaman sonra Yalı Çetesi tarafından delik deşik edilerek, alavere dalavere ile iktidar koltuğundan alaşağı edilen Sabık Başbakan, basın özgürlüğünün bir gün kendisine de lazım olacağını hatırlamış mıdır acaba?
‘DİKTATÖR MÜ’ TARTIŞMASI ASLINDA BİTTİ
Neyse biz bugüne dönelim.
Manzara aynen şu: Çok uzun bir zamandır Erdoğan’ın “sivil diktatör” olup olmadığı tartışılıyor. Erdoğan’ı savunmak isteyenler “O diktatör olsaydı siz bunları gazetelerde yazamazdınız, televizyonlarda ifade edemezdiniz.” diyor.
Şimdi ise “diktatör mü değil mi” aşamasını geride bırakıp diktatörün şeddeli mi şeddesiz mi olduğunu tartışıyoruz. Neden? Çünkü “diktatör olsaydık böyle yazamazdınız, konuşamazdınız” dedikleri bütün gazetecileri susturdular. Yüzlerce gazeteci ya hapiste ya sürgünde. Çalıştıkları gazete ve televizyonlara el konuldu. Demek ki neymiş? Kapatılan medya organları neyin ispatıymış?
Şimdi mevzu şeddeli mi değil mi tartışmasına indirgenmiş durumda.
AK Parti’nin kuruluş aşamasına, verdiği sözlere dönmeden bugünkü manzarayı doğru analiz etmek mümkün değil. O dönemde AK Parti, Türkiye’nin demokratikleşmesini, AB üyeliği yolunda ciddi reformlar yapılmasını, devletin yok edici ağırlığının azaltılıp temel insan haklarının kuvvetlendirmesini vs. savunuyordu. 2010’a kadar bu konularda ciddi adımlar da attı. Hemen her kesimden destek almasının sebebi de buydu. O dönemlerde derin yapılarla mücadele ediyor, özgürlükçü adımlar atıyordu. Ta ki 2010 referandumundan sonrasına, 2013’teki Gezi olaylarına ve 2013 sonunda büyük yolsuzluk hadisesi ortaya çıkana kadar.
Kuvvetler ayrılığı prensibi rafa kalktı, tek adam rejimine doğru kaydı koca ülke. O kadar ki parti kurucuları bile sıfırlana sıfırlana bütün yetkiler tek bir kişiye devredildi. Bunun adı tedrici rejim değişikliğinden başka bir şey değildi. Sahneler o kadar ağır çekimle ve ters açılarla sunulmuştu ki seyirciler tepetaklak edilmiş darbeyi anlamadı bile. Cumhurbaşkanlığı makamı yetmezmiş gibi Erdoğan’a bir de parti başkanlığı verilerek ‘tarafsızlık’ ilkesi alt üst edildi. Yargı bağımsızlığı çöpe atıldı.
15 Temmuz ‘kontrollü’ darbesinden sonra durum daha da feci bir hale geldi, Meclis tamamen devre dışı kaldı, OHAL kararlarıyla insanlar işlerinden edildi ve en temel haklarından mahrum bırakıldı. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması üzerine HDP genel başkanları ve milletvekilleri tutuklandı. Pek çok belediye başkanı hapse atıldı, belediyelere kayyum atandı.
DİKTATÖR PORTRESİNİ KENDİ ELLERİYLE ÇİZDİ
Yeni bir aşama yaşıyor Türkiye. Halktan aldığı milyonlarca oya rağmen muhalefeti zincire vuran ‘Erdoğan rejimi’ şimdi AKP’li belediyelere musallat olmuş durumda. AKP’li belediye başkanları somut sebep gösterilmeden istifaya zorlanıyor. Nerde kaldı milli irade? Bir zamanlar Erdoğan tarafından kutsandıkça putlaştırılan ‘milli irade’ çoktan askıya alındı. Herkesi çürüten ‘Metal yorgunluğu’ ne menem bir şeyse sadece ‘tek adam’ın kılına dokunamıyor. Biri de çıkıp, “Yahu birader, en eski sen, en gelgit yasayan sen, en başarısız sen…” diyemiyor. ‘Metal yorgunluğu’, tek adamlığın kaldırım taşlarına dönüşmüş durumda.
150 binden fazla insanın işinden gücünden edildiği, 60 bin insanın hapishanelerde çürütüldüğü, 150 civarında medya kuruluşunun kapatıldığı, 5 bine yakın hâkimin meslekten çıkarılarak hapse atıldığı, 8 bin akademisyenin kapının önüne konulduğu Türkiye’de, her şey tek adama bağlı. Kim tutuklanacak, kim serbest bırakılacak, hepsine bir kişinin karar verdiği bir ülkeden “Diktatör” portresinin yükselmesi kaçınılmaz hale gelir. Nitekim öyle de olmuştur.
YURT DIŞINDA FOTOĞRAF ÇOK DAHA NET
Daha kötüsü, yurt dışından çok daha net bir Erdoğan fotoğrafı görünmekte. Sandığı kendi ikbaline basamak yapan, bulduğu ilk fırsatta Anayasa’yı askıya alan, yasaları takmayan, yargı bağımsızlığını yerle bir eden, medyayı susturan siyasetçi portresi, Batı’nın yabancısı olmadığı bir konu. Örnekleri saymakla bitmez. Mussolini ve Hitler ile başlayan, demokrasiyi zîr u zeber eden diktatör prototipini en iyi Batı biliyor. Orta Doğu ve Asya’da çok sayıda örneği bulunan diktatör tipine ve icraatına cuk diye oturan bir tablo sergiledi Erdoğan. Bugün dünyanın dört bir yanında diktatör olarak biliniyor. Bunun asıl ve tek sorumlusu bizzat kendisidir. Bir zamanlar ‘model ülke’ diye anılan ve alkışlanan Türkiye’nin o gün takdir toplayan lideri Erdoğan’dı. Dünya tarihine “Müslüman demokrat” olarak geçecek iken, tarihi fırsatı tepti ve yakınlarına yöneltilen yolsuzluk suçlamasının ardından girdiği yolda kendine ‘diktatör’ kelimesinin sözlük anlamını karşılayacak duruma geldi.
Dünya artık Erdoğan’ı diktatör olarak görüyor. Sebebi de bizzat kendisidir. Anayasayı/yasaları ayaklar altına alıp OHAL hukuksuzluğunu hukukun yerine ikame etmeseydi bu algı oluşmayacak, Türkiye işkencelerin zulümlerin merkezi olarak bilinmeyecekti. Hal böyle olduktan sonra şeddeli mi şeddesiz mi olduğunun bir anlamı kalmıyor. Keşke demokrasi bu kadar katledilmese, adalet bu kadar boğazlanmasa; ülke ‘tek adam’ görüntüsüne bu kadar mahkûm edilmeseydi…
NOT: Onca zulme avuçları çatlarcasına alkış tutan bir belediye başkanı görevde zorla istifa ettirilince metal yorgunluğu kavramına sataştı ve ‘faşo’ tabirini kullandı. Faşist demek istedi aslında. Şeddeli diktatör lafının telaffuz sorunu var. İlla da şeddeli bir laf söylenecekse koltuk sevdasını adalet duygusuna çoktan feda etmiş Balıkesir’in devrik başkanının yol açtığı ilham üzerinden şeddeli faşist kullanılmalı. Hem okunuşu da daha okkalı olur. ‘Faşşist’! Bak ne dolu dolu oturdu öfke dolu o ağızlara…