CUMA KARAMAN- SAMANYOLUHABER.COM
Devletin kutsallaştırılmasına tarihte ilk kez Roma İmparatorluğu ve Sasaniler’de dinle devletin bütünleştirilmesiyle rastlamaktayız. İslam tarihinde ise, Emeviler döneminde başlayan bu eğilimin Selçuklularda devam ederek Veziriazam Nizamülmülk döneminde zirveye ulaştığını görmekteyiz. Devletin kutsallaştırılması şüphesiz en çok idarecilerin işine geliyordu. Bu sayede devlet ve idarecileri eleştirilemediği gibi yapıp-ettikleri de denetlenemiyordu. Hak ihlallerine ve had aşımlarına karşı en ufak bir ceza-i müeyyide uygulanamıyordu.
Bugün Roma’nın kültürel ve siyasi mirasını sahiplenen Batı dünyası seküler hukuku öne çıkarmak suretiyle din-devlet ayrımına giderek devleti kutsallaştırma marazından kendisini yüzyıllar önce kurtarmasına rağmen İslam aleminde bu hastalık maalesef hala devam etmektedir. Devleti ve kurumlarını kendi menfaatlerine göre şekillendirip kendi çıkarlarına göre yönetenler hariç hiç kimsenin devlete, işleyişine ve liderine karşı eleştiriye hakkı olduğu düşünülmemektedir. Asla yanlış yapmayacağına inanılan devlet ise, bu anlayışa göre, ne yapsa haklıdır. Bu çarpık düşünce hakimiyetini tüm ağırlığıyla bugün de sürdürmektedir.
Devlete kutsallık atfetme Nizamülmülk döneminde zirveye çıkmış olsa da günümüzde de pek bir şeyin değişmediğini görmekteyiz. Güya laik olan Kemalistler gibi siyasal İslamcılar da devlete atfedilen kutsallığı katlayarak devam ettirmektedirler. Tabii bu anlayışın derin bir geçmişe ve geniş bir dini-siyasi külliyata dayandığı gerçeğini yadsıyamayız. Devlete kutsallık atfeden anlayışa temel oluşturan haddinden fazla dini metin ve öğreti mevcuttur. Ahkam-î sultaniye, ahkam-î şeriye ve siyasetnamelere göz atıldığında, devletin ve devlete hâkim olanların bu konumunu teyit etmek üzere kutsal kitaplardan sıklıkla bazı örnekler verildiği görülmektedir. Bu sayede din ve siyaset ilişkisinin sınırları o kadar belirsizleşmiştir ki, devlet liderine “imamet” atfeden içtihat sahiplerinin görüşleri tarihin akışına damga vurmuştur. Mesela, Maverdi siyasetnamesinde Allah’ın her yüzyılda bir kişiyi dünyaya “Nizamülmülk” olarak gönderileceğini iddia eder. Yani Nizamülmülklük görevinin Allah tarafından verildiğini ifade eder. Bu yönüyle İslam siyaset geleneği Roma ve Sasani (İran) siyasi anlayışının bir devamı niteliğindedir.
Geleneksel Hıristiyanlık, devletin Tanrı tarafından bahşedildiğine, liderin de Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu anlayışına inanırdı. Bu yüzden, tıpkı Tanrı gibi, devlet ve lideri de sorgulanmaksızın mutlak itaati gerekli kılardı. Sasanilerde de durum farklı değildi. Sasani Kralı Nuşirevan, krallığa olan liyakatinin ilk sırasına “krallığın yüce Tanrı tarafından kendisine bağışlandığını” koymaktaydı. İkinci olarak, krallığı babasından miras olarak aldığını ifade eder, zaman zaman üçüncü olarak da krallığını kılıçla ele geçirdiğini söylerdi. Bu yüzden saltanatın babadan oğula geçmesi İslami bir usul olmayıp, Sasanilerinki gibi, geçmişte geleneği olan bir usuldür. İslam siyasi tarihinde bu gayr-i İslami anlayış Halife’nin Kureyş’ten olması gerektiği iddiası ile kendisine bir yer bulmuş, hilafetin babadan oğula geçmesini kurumsallaştıran Emevilerle bu anlayış devam etmiş ve Osmanlılar döneminde tartışılmaz bir hal almıştır. Bu anlayışla, devlete egemen olanlar güya devletin bekası, saltanatlarının devamı için nice kanlar dökmüş, nice çocukları ve bebekleri katletmişlerdir.
Öte yandan, “padişah” ve “sultan” gibi devleti yönetenlere verilen ad ve ünvanlara bakıldığında bu ünvanların hep başkalarına karşı bir üstünlük ve hakimiyet nişanesi olarak verildikleri görülecektir. Devlet başkanları için Selçuklularda daha ziyade “şah” ünvanı kullanılırken, İran’da “şehinşah”ünvanı kullanılmaya başlandığı için Osmanlılar “sultan”ünvanını kullanmayı tercih etmişlerdir. “Sultan” ünvanının kullanımı da Kur’an-ı Kerim’e dayandırılmıştır. Sadece ünvanlara değil iktidar kavgalarına dahi bir kutsallık atfedildiği görülmektedir. Bu kavgalar, özellikle kavganın muzafferleri tarafından, bir dini cihat şeklinde sunulmaktaydı.
Böyle bir anlayışın hâkim olduğu arkaik sistemlerde sultan sadece Allah’a karşı, halk ise sultana karşı sorumludur. Bu konumuyla sultan, Allah’ın temsilcisi olarak, halkı keyfine göre sorgular. Fakat, halk onu ve yapıp-ettiklerini asla sorgulayamaz. Çünkü, her ne olursa olsun, her ne yaparsa yapsın halk sultana itaatle mükelleftir. Devletin siyasi liderine bir çeşit kutsallık ve imamet atfeden siyasal İslam da bugün bu çarpık anlayışı hala devam ettirmektedir.
Devlet ve lideri bir kere kutsallaştırılıp tabulaştırıldı mı artık ona ne kimse dokunabilir ne de kimse onu eleştirebilir. Oysa, bu tabular yıkılmadan yeni bir gelecek inşa etmenin imkânı yoktur. Tabuların yıkılması içinse yepyeni bir zihniyetin inşasına olan ihtiyaç her türlü tartışmadan varestedir.