“Tekelci” bir şeye, bir düşünceye tek başına sahip olma, benimseme, yayma taraflısı olan kişilere denir. Tekel kuran ve bu tekeli kabul ettiren kişiler “inhisarcı” olarak da adlandırılır. Tekelcilik/inhisarcılık maddi alanda olduğu kadar manevi alanda da sıklıkla karşılaşılan bir sorundur. Tıpkı bir malın, ürünün ya da sermayenin tekelini ele geçirmek için kıran kırana rekabet eden kapitalistler gibi bir fikrin, ideolojinin ya da inancın tekelini ele geçirmek için birbiriyle ölesiye çatışan hizipler ve gruplara da rastlanır. Ekonomik alanda olduğu gibi manevi alanda da bir inancı tekeline alarak adeta kartelleşmiş aktörlere rastlamak işten bile değildir.
İnhisarcı bir grup, dava olarak benimsedikleri bir mefkurenin tek maliki olarak kendisini görmeye görsün, ilk yapacağı şey aynı mefkûreye inanmış farklı aktörleri ve grupları hemen dışlamak ve hatta yok saymak olur. Söz konusu mefkûreye adanmışlıkları(!) ve bağlılıkları(!) arttığı ölçüde yok sayma ve dışlama davranışlarını daha da meşru görür hale gelirler. Meşrulaştırma çabası hızla öznel ve şahsi olmaktan çıkarılır, dini, milli ve örfi argümanlarla, adetler ve geleneklerle güçlendirilmeye çalışılır. Kendi inandığı mefkureyi bağnazca sahiplenen topluluklarda evrensel insani değerlerin ve ilkelerin kendisine yer bulabilmesini beklemek abesle iştigal olur. Çünkü, herkesin ortak varlığı olan herhangi bir evrensel değer, ilke veya kültür hiçbir tahdidi, sınırlamayı, dışlamayı ya da seçiciliği kabul etmeyeceği gibi tekelciliği ve inhisarcılığı da kabul etmez.
Farklı toplumlarda veya farklı zamanlarda tekelciliğin farklı tezahürleriyle karşılaşılabilmektedir. Biz bunlardan sadece bir iki tanesine değinmekle iktifa edecek ve özellikle de yaşadığımız coğrafyada birçok probleme kaynaklık eden inanç/din tekelciliği üzerinde durmaya çalışacağız. Bu durumun dini anlayış üzerinde ve dine dair algıda yol açtığı menfiliklere değineceğiz.
Peşinen söylemeliyiz ki, inhisarcı anlayışların davasını güttüğü şey din değildir. Hak iddiası ve tekelcilik yoluyla kitlelere kendilerini tartışmasız kabul ettirme arzusudur. Bunun böyle olduğunu siz de kolaylıkla test edebilirsiniz. Mesela, bir inanç ve fikri inhisarlarına almaya çalışan bir hizip veya grup hakkında küçük bir eleştiri yapmak suretiyle nasıl bir tepkiyle karşılaşacağınızı görebilirsiniz. Savunduklarını iddia ettikleri fikir veya inancın militanları haline gelen, kendilerine liderlik edenleriyse adeta putlaştıran bu tür fanatiklerin inanç ve düşünceleri uğruna mahvettikleri hayatın, kıydıkları canın haddi hesabı yoktur. Bu tür fanatikler ilme dayalı bir fikirden mahrum oldukları için, olay ve olgulara yaklaşımları fikir ve düşünce zeminindeki tartışmalardan ziyade benlik davası şeklinde olur. Tek bildikleri şey “benim gibi düşüneceksin, benim gibi inanacaksın” yaklaşımından ibarettir.
İnhisarcı/tekelci gruplar, tabiatları gereği her türlü yeni fikrin ve yaklaşımın önüne setler çekmeye ve barikatlar kurmaya çalışır. İnsanları tek tipleştirmeye ve tek bir düşünceye mahkûm etmeye çalışan bu tür anlayışların hâkim olduğu toplumlarda ve topluluklarda entelektüel kapasite gelişmez, peşinden sürükledikleri kitlelerin arasından aydın çıkmaz. Bu tür gruplar her türlü değişime ve gelişmeye kapalıdırlar. Maddi ve manevi gelişmenin önündeki en büyük engelleri oluştururlar. Bilirler ki, şayet kapıyı değişim ve gelişim yönünde azıcık aralarlarsa ne değişimin önünde durabilirler ne de tekellerini sürdürebilirler. Asıl problemin bu inhisarcılar olduğunu fark edecek bir toplum olsun asla istemezler. Çünkü, uyanmış bir toplumda ne tekelcilik üzerinden kurdukları saltanatları kalır ne de yaşama imkânları.
Bugün, dindar ve muhafazakâr bir görüntü sergileyen çoğu toplum tekelcilik ve inhisarcılığın güdümü altındadır. Özellikle, Sünnilik ve Şiilik benzeri mezhepçilik odaklı kurulmuş sosyopolitik düzenlerde bu tekelciliğin en gaddar örneklerini görebilirsiniz. Böyle bir inhisarcı anlayışla illa bir siyasi rejim kurulmuş olmaları da şart değildir. İster Sünni ister Şii olsun mezhep fanatiklerinin toplumda ve medyada sıklıkla boy gösterdiklerini görebilirsiniz. Mezhepçi söylemlerle hakikat tekelciliği yaparak dini inancın gerçek sahiplerinin sadece kendileri olduklarını anlatıp dururlar. Kimin dindar kimin dinsiz olduğuna, kimin Cennetlik kimin Cehennemlik olduğuna karar vermekten bile çekinmezler.
Bu tekelcilik, kuruluşundan beri dışlayıcı bir Sünni anlayışa sahip Türkiye’deki devlet düzeyindeyse Diyanet eliyle gerçekleştirilir. Devleti ele geçiren siyasi anlayışın tercihleri doğrultusunda Diyanet’in toplumun bazı kesimlerini nasıl makbul ve dindar, diğer bazı kesimlerini ise nasıl gayri makbul ve din dışı ilan ettiğinin örneklerini saymakla bitiremeyiz. Tıpkı bugün Diyanet’in yaptığı gibi Emevilerden bu yana siyasi erk güdümündeki dini otorite(!) eliyle verilen fetvalara dayanarak yapılan zulümlerin, işlenen cinayetlerin ve katliamların haddi hesabı yoktur.
Maalesef, tıpkı genel itibarıyla Müslüman dünyasında olduğu gibi, ekonomik, toplumsal, siyasal, fikri ve bilimsel geri kalmışlığın en derin olduğu coğrafyalara baktığımızda hepsinin ortak özelliğinin dini, fikri ya da ideolojik bir tekelciliğin tahakkümü altında olmaları olduğunu görürüz. Toplumsal gelişmeye ve kalkınmaya engel olan din ve inanç kartellerinin ellerindeki en etkin silahsa hiç şüphesiz din ve mezhep merkezli hakikat inhisarcılığıdır. Bu tekelcilerin hizip ve grup inancını canlı tutmak için yapmayacakları şey yoktur. Her türlü sorgulamaya ve eleştiriye kapalıdırlar. Farklı düşünenleriyse anında dinden çıkmakla damgalamaktan çekinmezler. Her türlü tekelciliği ve inhisarcılığı reddeden din, farklı düşünen din mensuplarını dinden çıkmakla ithamı kati şekilde menettiği halde…