Üç asırdan beri İslam coğrafyasında artarak devam eden fikri ve itikadî inkîrazlar günümüz nesillerinin inanç dünyasını da ciddi şekilde etkilemekte, iman ve inançlarında şüpheler meydana getirmektedir. Bazı alimlerin bu hastalığı yerli yerince teşhis edip tedavisi için uygun reçeteler ortaya koymasına rağmen, maalesef, sorunun çözümünü sadece geleneğe bağlı amelî eylemlerde gören din adamlarınca bu reçeteler kabul görmedi. Hatta bu gelenekçi zevat, çağın ruhuna ve gereklerine uygun çare arayışındakilerin sürgünlere gönderilmesi veya hapse atılması konusunda devrin yönetimlerine destek vererek önlerinin kesilmesine yardımcı bile oldular. Çağın ihtiyaçlarına cevap vermeye çabalayan bu alimlere çeşitli yaftalar takarak suçladılar ve onlara fırak-ı dalla muamelesi yaptılar.
Halbuki, her çağın uleması yaşadığı çağın fikrî ve itikadi sorunlarına dair fikirler serdetmiş, çözümler önermişlerdir. Mesela, ilmi kelam alimleri eski Yunan felsefesine dayanan düşüncelere kelam ilminin itikada dair fikirleriyle karşı durmuşlardı. Aydınlanma sonrası bu karşı durulan düşünceler konusunda eski Yunan felsefesinin yerini modern felsefe almıştır. Bu yeni felsefenin temsilcileri Alman, İngiliz, Fransız ve benzeri Avrupa düşünürleri olurken, Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Abdullatif Harputi ve İsmail Hakkı İzmirli gibi alimler de çağın gereklerine uygun düşecek şekilde kelam ilminde bir yenilenme talep etmişler ve bu meyanda eserler kaleme almışlardır. Ama ne yazık ki, arzu ettikleri seviyede bir tecdidin temellerini atamamışlardır.
Geçmiş asırlarda akaîd ve ilmi kelam alanında yazılmış Şerhu’l Akaîd, Şerhu’l Mevakîf ve benzeri eserler ciddi ilmî görüşler ortaya koymuş olmalarına rağmen ilerleyen asırlardaki ilmî gelişmelere ve felsefi akımlara muvafık fikirler üretilememiş ve İslam düşüncesi savunmasız kalmıştır. Bu yeni devrin bazı alimleri Batı’daki felsefi akımlara ayak uydurabilmek için İslam düşüncesinde bazı tevillere ve yorumlara giderken, bazı alimler ise aydınlanma felsefesine tümden karşı çıkarak bu düşünceyi tekfir etmekle yetinmişlerdir. Azınlıkta olan Filibeli Ahmet Hilmi gibi alimlerin çabaları gölgede kalmıştır.
İzmirli İsmail Hakkı’nın “isbat-ı vacib” görüşü üzerine Filibeli Ahmet Hilmi şöyle diyordu: “Farz edelim ki böyle bir mütefennin mütereddid, Vücud-u Bari’yi inkâr etse, kendisine nasıl mukabele edilecek? Tabii ayât ve ehadis ile değil, zira bunların tesir ve hakikati iman ile meşruttur. Bir münkir veya mütereddide bu silahla mukabele edilmez. Demek bizzarure mübahaseye, bir şekl-i mantıkî ve felsefi verilmek üzere, mütekellimin ve ilmi kelama müracaat edilecek...” (Filibeli Ahmed Hilmi. Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Hikmet Matbaası, 1327, c.1.) Yine Filibeli Ahmed Hilmi, “bir gencin benzer konularda sorduğu sorulara nasıl cevap verebiliriz?”sorusunu sorar ve ilm-î kelamda yenilenmenin zaruretine dikkatleri çeker.
İlmi kelam’da yenilenmenin zaruretine dair ciddi eserler vermek ve Sebîlürreşâd Dergisi’nde makaleler yazmak suretiyle bu konuda fikirlerini ortaya koyan İzmirli İsmail Hakkı ise “İlmi kelam asra göre tebeddül edebilir mi?” sorusunu ortaya atar. Dergide yazdığı sorulu-cevaplı yazılarından birinde bu soruya “Ulum-ı asriyye ilmi kelamda müsta’mel olan edillenin ahvalini ta’dil eder, tevsi eder. İlmi Kelam’ın mebadisi ve vesaili ihtiyac-ı asra göre değişir,” şeklinde cevap verir. Yazının devamında ise “Kudema kelamında mebadi ve vesail, mantıka mübayin (zıt) olarak kabul olunmuş idi, müteahhirin ilmi kelamında bilakis mebadi ve vesail mantıka mutabık idi,” şeklinde yazar (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam Hakkında, c.21, n. 528-529, s. 58-59).
İzmirli İsmail Hakkı, “Yeni İlm-i Kelam ne tarz üzere tahrir olunmuştur?” sorusuna da şöyle cevap verir: “Asıl maksud olan Tevhid-i Bari (Yaratıcının Birliği) babında muhatabın anlayabileceği bir tarz ile, tarz-ı nevin (yepyeni bir tarz) ile istidlalleri umde (kaide, destek) kılmış, bir takım delail-i cedide irae etmiştir. Tevhid-i Bari’nin ekmel vesaili olan nübüvvet-i Muhammediyye babında ehl-i basairin süluk ettikleri havarık-i hissiye (olağanüstü duygular) tarikinde felsefe-i cedideden istifade eylemiştir,” (İzmirli İsmail Hakkı, a.g.e., s. 58-59).
Bu konuda çağın ruhuna uygun eserler ortaya koyan Üstad Bediüzzaman Said Nursi de tecdidi iman ve tahkiki iman üzerinde durmuş ve bu konularda ortaya devasa bir külliyat koymuştur. Vefatından sonra bir kısım takipçileri onun yolundan giderek yeniliğe taraf olurken, maalesef, bir kısım takipçileri de grup şovenizmi ve aşırı sahiplenme duygusuyla Bediüzzaman’ın fikirlerinin dünyaya açılarak tanınmasının önünde ciddi birer engel haline gelmişlerdir
Neticede, geçmiş asırlarda İslam coğrafyasının Batı’ya karşı birçok alandaki üstünlüğü, aydınlanma çağıyla başlayan fikrî ve ilmî gelişmelere ayak uyduramadığı için gerilemeye başlamıştır. Aydınlanma Batı’da bir canlanma, yenilenme ve tecdid hareketi olarak ciddi gelişme ve ilerlemelere vesile olurken, İslam coğrafyasındaki yansıması ayrılıkçı fikirler ve sonu gelmez parçalanmalar şeklinde olmuştur. Müslüman aydınların bazıları yenilenmeyi savunurken bazıları da sıkı sıkıya geleneğe sarılarak buna karşı çıktılar. Bu durum, ne yazık ki, günümüzde de hala bütün şiddetiyle devam etmektedir.