CUMA KARAMAN- SAMANYOLUHABER.COM
Mukaddime
Enes Kara kardeşimizin intiharı beni cidden derinden üzdü. Bu vesileyle başka Enesler ölmesin diye bir hususa dikkatleri çekmek istiyorum. Niyetim bu hadise üzerinden birilerini sığaya çekmek değildir. Sadece bu durumu kırık elli sene öncesinden fark eden “hizmet hareketi” yeni bir metodoloji ile nesillere eğitim imkanı sağlarken. Maalesef en yakın gruplar dahi kendisine cephe alarak karşı çıktılar. Örnek alacaklarına, yanında duracaklarına, asrın çilekeşinin davasını siyasi saltanata sattılar. İmanın etrafındaki şüpheler 3. olan bu yazımda Üstadın yenilik adına ortaya koyduğu hakikati, maalesef müntesipleri bunu başkaları için düşündüler ve düşünüyorlar. Sadece okuyup geçiyorlar. Ben senelerce medrese eğitimi almama rağmen, yıllar önce katıldığım bu sohbetlere çok zor dayanabiliyordum. Eserlerin kedisi değil, fakat sohbeti yapanlar dünden bir satır dahi az okumazlardı ve bıktırırlardı. Yeni nesil anlasın diye Hocaefendi'nin sadeleştirme fikrine karşı çıktılar ve cephe aldılar. İlk yurtlar kolejler kurulurken dergi ve gazete çıkarılırken, yine TV açıldığında hep cephe aldılar. Aslında başta ülkedeki islami cematlar hizmet hareketini örnek model olarak almaları gerekirken düşman oldular. Dünyaya örnek model olan hizmet hareketi din dil coğrafya ırk gözetmeden 170 ülkede en iyi şekilde bunu nasıl yapıyordu diye düşünüp örnek almaları gereken yerde zalimlere bitirilmesi için gece gündüz destek verdiler ve veriyorlar. Burada şunu ifade etmek istiyorum. Gittiğim bir sohbetlerinde ara vermişlerdi. Biri bana hocam yurtdışı hizmetleri nasıl gidiyor diye sorunca bende kısaca anlatmak istedim. Daha 17-25 olmamıştı karşı çıktılar. Burada risale ve üstat dışımda kimseden bahsedilmeyecek. Hoca Efendiden ve hizmetinden asla bahsedilmesine müsade edilmeyecek. Bende arkadaş sordu bende cevap verdim. Asabi damarım tutu. Dedim ki bırak Hoca Efendi ve talebelerini. Gel bakalım sen beni ikna edebilir misim Sen zannediyorsun bu sohbetlerinle beni ikna ediyorsun. Kardeşim edebimizden dinliyor ve susuyoruz. Var mı içinizde Hocaefendi gibi hocayı da gösterin arkasından gidelim. Yok eğer gösteremiyorsanız risaleler hususunda benim en az senin kadar bilgim var ve ayriyeten ben bir hocayım. Ben seni değil senin beni dinlemen lazım diye kısa kestim. Tekrar Enese kardeşimize rahmet ailesine sabır-ı cemil Allah dan niyaz ederim.
İmanın etrafındaki şüpheler (3)
Siyasal İslamcı muktedirlerin ve çevrelerinde kümelenen yığınların ahlaktan, adaletten ve ehliyetten bi-nasip hal ve tavırları, kesif ikiyüzlülükleri, aymazca yolsuzlukları ve bunların doğal neticesi olan devasa sosyo-politik, ekonomik ve etik sorunları dini istismar ve söylemlerle perdeleme çabasından ötürü günümüzde dinin ibadet, muamelat ve ahkamına yönelik itirazlar arttıkça artmış, eleştiriler çoğaldıkça çoğalmıştır. Bunlara ışık hızıyla ilerleyen bilimsel gelişmelerin kalp ve kafalarda oluşturduğu tereddütler ve sarsıntılar da eklendiğinde inkara varan şüpheler dini inancın manevi cevheri olan itikada kadar ulaşıyor. Bu yaşanan bunalımın yol açtığı şüphelere ve ürettiği sorulara dinen tatmin edici cevaplar verilemeyince yeni nesillerin deizme, agnostisizme ve hatta ateizme kayması hızlanıyor.
Bugün şüpheler artmış, sorular daha da çoğalmış olmasına rağmen bu eğilim ve sebep olduğu sorunlar ne yenidir ne de bu çağa özeldir. Ancak bu asırda bilimsel gelişmelerin hızlanması ve etkilerinin yaygınlaşması ölçüsünde insanlar her şeyi sil baştan sorgulama eğilimine girerken insanlık için dinin hakikaten bir ihtiyaç olup olmadığı konusu da bu sorgulamadan nasibini alıyor. Oysa geçmiş çağlarda bilgi bu kadar yaygın, bilgiye erişim bu kadar kolay ve hızlı olmadığı için güven duyulan, rehber kabul edilen alimlerin, din adamlarının söyledikleri pek itiraz edilmeksizin kabul görebiliyordu. Şimdiyse en güvenilir ağızlardan dinlense bile din anlatısının muhataplarında şüphe oluşturacak nedenler çoğaldı. Eşitlik ve çoğulculuk gereği “dileyen dilediğine inanır, dilemeyen inanmaz” deyip geçilebilir de belki ama kafaları kurcalayan veya yanlış rotalara sapmaya yol açan şüphe ve sorulara tatmin edici düzeyde aklî ve mantıkî cevaplar vermek daha doğru olmaz mı?
Böyle bir çabaya soyunacak olanların, kanaatimce, öncelikle şu soruyla işe koyulması gerekiyor: Asrımızda yaşanan bu sorunlar İslam’ın bidayetinde yaşananlara ne kadar benziyor? Eğer benziyorlarsa, bu sorunları ortadan kaldırmak için işe nereden ve nasıl başlamalıyız? Şüphesiz ki, o gün olduğu gibi bugün de madde ile manayı, beden ile ruhu ve kafa ile kalbi uzlaştırıp birleştirecek sentezci bir yaklaşıma ihtiyaç var. Elbette ki, bir insan iman ederek girdiği dinden inkâr ederek çıktığı için iman mevzuu dinen en önemli meselemizdir ve en fazla insanların imanı tehdit altındadır. Tohumları birkaç asır önceden atılmış olan fikirler bugün iyice dal budak salarak coğrafyamızda da meyveye durmuş, iman surlarını iyice sarsmaya başlamıştır. Dini duygu ve düşüncelerin yanı sıra doğrudan imanı aşındırma ve tahrip gücü yüksek bu fikirler alışıla gelmiş bazı dini ritüellerin ve dini-kültürel değerlerin ezbere tekrarlanmasıyla durdurulabilecek gibi görünmüyor.İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte yaygınlaşan bu fikirler yediden yetmişe herkesin gündemine kolayca girebiliyor, etkisi altına alabiliyor, hayatlarının ve dünyaya bakışlarının en önemli parçası haline gelebiliyor.
Farklı doz ve seviyelerde olsa, şüphesiz, geçmiş nesiller de benzer sorunları ve meydan okumaları yaşadı ve benzer muhatapsızlık hallerini tecrübe etti. Mesela, geçtiğimiz asırda pozitivizmin etkisi altında ortaya saçılan şüphe ve sorulara verdiği cevaplara arzu ettiği ölçüde muhatap bulamayan Bediüzzaman Said Nursi, fikir ve düşüncelerini muasırlarından ziyade istikbaldeki muhataplarının dikkatlerine arz etmiş ve (tabir-i caizse) serzenişini şu kelimelerle dile getirmişti: “Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet asa bir baharda geleceksiniz.”
Konu Bediüzzaman’dan açılmışken, söz konusu sorunumuza dair çözüm amaçlı yeni metodolojilere dikkat çeken tespitlerini de yeri gelmişken yeniden hatırlayalım: “…Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü imaniden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslam muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kafi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.”
Bediüzzaman’ın kendi zamanına dair yaptığı bu tahlil ve tespitleri okuduğumuzda bugün de pek bir şeyin değişmediğini, hatta vaziyetin geçmişe nazaran çok daha kötü olduğunu ve gün be gün daha da kötüye gittiğini esefle görüyoruz. Karamsarlık, bedbinlik aşılamak istemem ama,işin çok daha fecisi bu gidişatı durdurup tersine çevirecek bir değişim ve dönüşümü başarabilecek gerçek ehl-i ilim olan muhakkikine rastlamak bugün zorlardan çok daha zordur. Zihinlerin siyaset, hamaset ve menfaat alüd hale gelerek felç olduğu bir ortamda başka türlü bir sonuç da beklenemezdi doğrusu.