CUMA KARAMAN-SAMANYOLUAHABER.COM
“Ahlak” ve “adalet” hem bireysel hem de toplumsal hayatımızda çok farklı boyutları olan önemli kavramlardandır. Bu değerler, bireysel ve toplumsal hayatımızda farklı şekillerde ve çok değişik tezahürleriyle karşımıza çıkar. Bu yüzden, bu iki kavram geçmişten günümüze âlim ve filozofların üzerinde en fazla durdukları konuların başında gelmiştir. Sayısız âlim ve düşünür, birbirlerinin mütemmim cüzü olarak gördükleri ahlak ve adaleti toplumsal hayatın da ana umdeleri ve kaideleri olarak ele almışlardır. Bu yaklaşımla, ahlak ve adalet konusunda sayısız eserler ortaya koymuşlardır. Bu kavramları ele alış şekillerinde her ne kadar bazı yaklaşım farklılıkları olsa da ilkesel olarak genelde aynı noktalara vurgu yapmışlar, ahlak ve adaleti fert ve toplum hayatında niceliksel ve niteliksel eşitliğin bir ifadesi olarak değerlendirmişlerdir.
Ahlak felsefesi konusundaki eserleriyle bilinen İbn-i Miskeveyh, ahlak ve adalet kavramlarını insanlardaki “sevgi”duygusuna bağlı olarak ele almış ve bu üç kavramı birbirinin lazımı olarak görmüştür. İslam düşünce tarihinde ve Müslüman coğrafyasında ender rastlanan bir ahlak felsefecisi olarak İbn-i Miskeveyh, eserlerinde Tanrı, insan ve doğa ilişkisinin temel ilkeleri olarak bu kavramları genişçe izah etmiştir. İbn-i Miskeveyh’in bu yaklaşımı, adalet kavramını insan ve doğa ilişkileri çerçevesinde ele alan materyalist felsefenin hilafına Tanrı, insan ve doğa ilişkileri şeklinde ele alan semavi dinlerin konuyu ele alış tarzlarıyla uyumludur. Bu noktada ifade etmeliyiz ki, ilahî dinlerin vaaz ettiği adalet anlayışının felsefecilerin bu konudaki yaklaşımlarından daha kapsayıcı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Adalet ve ahlak kavramları konusundaki görüş farklılıkları da esasında bu temel ayrımdan kaynaklanmaktadır.
Eski çağlarda genelde “erdem” kavramıyla ifade edilen adalet ve ahlak kavramlarının farklı veçheleri olduğuna yazının girişinde değinmiştik. Örneğin, Platon ve Aristoteles her iki kavramı, erdemi idareci sınıfta bilgelik, askeri ve güvenlik sınıfında cesaret, üretici sınıflarda ise ölçü ve denge olarak görmüşlerdir. Öte yandan, dini metinlere ve kaynaklara göz atıldığında dinlerin adalet ve ahlak anlayışının hayatın bütün alanlarını kapsadığı gibi bütün sosyal sınıfları da içine aldığı görülecektir.
Şurası kesin ki, insanlık ne kadar ileri giderse gitsin ahlak ve adalete olan ihtiyacı diğer ihtiyaçlarından her zaman çok daha fazla olacaktır. Kat edilen her yeni ilerleme adımı sadece bu iki değere olan ihtiyacı biraz daha artıracak ve biraz daha önemli kılacaktır. Ahlak ve adalete artan ihtiyacın gerekçelerini geçmişimizde bulabiliriz. Çünkü, yakın ve uzak tarih boyunca yaşanan acı olaylar adalete ve ahlaka duyulan ihtiyacın ne kadar büyük olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Bu hakikate rağmen, ahlak ve adaletin kamilen hükümferma olduğu dönemler insanlık tarihinin ancak çok az bir yüzdesini oluşturmuş, insanlığın özlemi ve hasretiyle yanıp tutuştuğu bu ideallere ulaşmak adeta erişilmez bir hayal ve ütopyadan ibaret kalmıştır. İnsanlık tarihi, adalet ve ahlakın kamilen tesis edildiği kayda değer dönemlerden mahrum olsa da ahlak ve adaleti tesis edeceğiz vaadiyle ortaya çıkan ve kitleleri peşlerinden sürükleyen muhteris lider ve kadroların aldatmacalarıyla doludur. O kitleler ki bugün bile hâlâ aynı yanılgıyla bu türden lider ve kadroların peşinde sürüklenmektedirler.
Öte yandan, tıpkı adalet ve ahlak gibi ahlaksızlık ve zulüm de kapsayıcıdır. Adil ve ahlaki olmayan insanların hemcinslerine olduğu kadar doğaya da zulmettikleri izahtan vareste bir gerçekliktir. İnsan ve toplumlar ahlak ve adaletten uzaklaştığı ölçüde cinayetler işler, tahribata yönelir. Düzen ve ahengin işleyişi anlamına gelen adalet ve ahlakın zıddına toplumun ve tabiatın düzen ve ahengini bozarlar. Bu yüzden, günümüzde medeni olmakla ahlaklı ve adil olmak hemen hemen eş anlamlı hale gelmiştir. Öyle ki, ahlaktan ve adaletten bi-nasip bir fert ya da toplumun medeni olabileceğini tahayyül bile edemeyiz. Bir insanın ve toplumun bu iki değere sahip oldukları ölçüde iyi ve medeni olduklarını söyleyebiliriz ancak. Ahlak ve adalet kıstaslarını göz ardı ederek yapacağımız seçimler ve tercihlerse ancak ve ancak ahlaksızlar ve zalimler arasından olur. Tıpkı bugün ülkemizde yapılageldiği gibi...
Milletlerin ve devletlerin yıkılış süreçlerine baktığımızda kök sebepler olarak ön plana ahlaksızlık, adaletsizlik ve zulüm çıkıyor. Ahlak, adalet ve sevgi gibi insan olma vasfına erişmiş hakiki insana yakışır değerleri üretemeyen toplum ve sistemlerin, neler vaat ederlerse etsinler, güvene, huzura ve mutluluğa erişmeleri mümkün değildir. Çünkü, diğer pek çok güzelliklerin yanı sıra, güven, huzur ve mutluluk da ancak ahlak, adalet ve sevginin bireysel ve toplumsal hayatın temel vasfı haline geldiği zamanlarda ve yerlerde ortaya çıkar.