Bu ülkenin ve
toplumunun önemli bir bölümünün soykırım konusuyla ilgili tepkiselliğinin nedeni ne diye sorulsa, bence birinci sırada bilgisizlik gelir. Cehalet demeyelim. Cehaletten farklı bir şey bilgisizlik. Bu toplum tarihi ile ilişkisi kesilmiş bir toplum. Redd-i
miras üzerine inşa edilmek istenen bir ‘ulus-devlet’ toplumunun ‘tarihi ile yüzleşmesi’ni istemek kolay da, bunun gerçekleşmesi istemek kadar kolay değil.
Tarihini bilmeyen bir toplumdan, bilmediği tarihle yüzleşmesi isteniyor.
Zor iş.
İkincisi, konu
Osmanlı Ermenilerine gelince, 1915’e ilişkin bir sistemli ‘inkâr politikası’yla zihni zincirleme bombardımana uğramış bir toplum bizimki. Tarihini bilmemesi bir yana, öğrenmesi d
e devletin ‘inkâr politikası’ ile farklı bir kalıba dökülmüş.
Bir de buna ‘Türk milleti
cinayet işledi dedirtemezsiniz’ ya da ‘Benim atalarıma, dedeme
katil diyemezsiniz’ cinsinden demagojik-milliyetçi söylemin yaygınlığını ekleyin. Kimsenin böyle dediği yok. Diyemez de zaten.
Soykırım,
katliam, zulüm gibi uygulamalar ile devletler bile değil, devletlerin bir bölümü, genel olarak hükümetler ve rejimler sorumlu tutulur. Milletler ve toplumlar ile bu kavramlar, ırkçı suçlamalar dışında biraraya getirilmezler, gelmezler. Dolayısıyla, ‘Türk milleti soykırım yapmıştır’ diyen de yok ve olmadı; ‘Dedelerimizin katil olduğunu kabul edelim’ diyen de yok ve olmadı.
Ancak, tarih bilgisizliği+inkâr+demagoji üçlemesi haliyle bir ‘
savunma refleksi’ de yarattı. Bunu görmeliyiz.
Yine de soykırıma gösterilen tepkinin, hiç okşayıcı kavramlar olmasa da katliama, kıyıma, hatta ‘Büyük
Felaket’e gösterilmemesinin asıl nedeni, ‘mülkiyet’ ve ‘
toprak’ ile ilgili.
***
Bu ülkede ‘soykırım’ın kabul ettirilmeye çalışıldığı, ardından tazminat ve toprak taleplerinin geleceği yıllardır söylendi.
Tazminat ve toprak yitirme korkusu, 1920 Sevres Anlaşması’nda Doğu
Anadolu’da bir ‘bağımsız Ermeni devleti’nin kurulmasının öngörülmesi, işte asıl bunlar müthiş bir ‘savunma refleksi’ni anlaşılır biçimde harekete geçirdi.
Oysa BM’nin 1948 tarihli Soykırım Konvansiyonu, geriye yürümüyor.
Söz konusu Konvansiyon’u kaleme alan
Rafael Lemkin’in 1915’ten ilham aldığı biliniyor. 1915’te olan-biten, Soykırım Konvansiyonu’nu kaleme alan Lemkin olduğu için soykırım tanımı içine rahatlıkla giriyor.
Buna rağmen, Konvansiyon hükümleri ‘makable
şamil’ olmadığı yani ‘geri yürümediği’ için, 1915’in ‘soykırım’ olduğu kabul edilmiş olsa bile,
Türkiye’den tazminat ve toprak talebinde bulunulmasının hukuki zemini yok.
Bununla birlikte,
Ermenistan’ın 1990 tarihindeki
bağımsızlık bildirgesinde Doğu Anadolu’dan ‘Batı Ermenistan’ diye söz edilmesi, Ermeni milliyetçiliğinin başını çeken Taşnak Partisi’nin (Ermenistan’da
oy oranı Türkiye’deki MHP kadar) ve diyaspora politikacılarının bir bölümünün söylemi ve iddiaları, Türkiye’de bu konudaki kuşkuları beslemekle kalmadı, Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişkiler kurulmasının
bunca yıldır önüne de geçti.
Geçen hafta ilan edilen ‘Yol Haritası’nın asıl önemi, Türkiye ile Ermenistan’ın, aralarında, 90 yıla yakın bir süredir devam eden farklı algılamaları ve hukuki yorum farklarını ortadan kaldıracak bir ‘mutabakat’a erişmiş olmalarındadır.
‘Yol Haritası’ dediğiniz, söz konusu ‘mutabakât’ın uygulanma yöntemi ve takvimini ifade ediyor.
***
Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandığı günlerden 1990’ların sonuna dek geçen ‘kuruluş dönemi’ni, Karabağ’ın elden çıkışının, Karabağ çevresindeki Azerbaycan topraklarının Ermeni işgaline girişinin öyküsünü,
Rusya’nın marifetlerini, Azeriler arası
Bakü’deki
iktidar mücadelelerinin nefes kesici,
roman tadında anlatımı Thomas Goltz’un ‘Azerbaijan Diary’ adlı kitabına aittir. O döneme ilişkin birinci elden tanıklıkla yazılmış bu kitaptan daha iyi bir kaynak yoktur.
Türkiye’de epey
vakit geçirmiş, bir Türk’le evli ve hem
Türkçe’yi hem de Azerbaycan Türkçesini mükemmel konuşan Thomas Goltz’un kitabının bir yerinde Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden geniş bir coğrafyada devreye girişini anlatırken şu satırlara yer verir:
“Bu büyük pan-Türki planlar, onları uygulayabilecek birisini gerektiriyordu ve o anın adamı, ilk yurtdışı görevinde bulunan
genç bir Türk diplomatı, Mehmet Ali Bayar’dı. Faaliyetlerine ilişkin anlatılanların yarısı bile doğruysa,
Türk Büyükelçiliği üçüncü katibi gibi düşük bir mevkiden neredeyse bütün Azerbaycan’ı yönettiğini ve hiç uyumadığını söylemek adil olur.”
Thomas Goltz’unkinin ‘sevecen bir abartma’ olduğu aşikar. Ancak, Azerbaycan’ın bağımsızlığından sonra oraya ilk ayak basan Türk gazeteci olarak -daha öncesi ve sonrasında da defalarca- M. Ali Bayar’ı o konumu ve rolünde tanıdım. Verdiği izlenim oydu. O nedenle, Goltz’un yakıştırmasının ‘gerçeğe yakın bir abartma’ olduğuna tanıklık ederim.
M. Ali Bayar, ayrıca, Ermenistan ile el altından yıllar önce başlatılan temaslardaki ilk resmi şahsiyetlerden biriydi. Azerbaycan ve Ermenistan üzerine o bir şey söylüyorsa, söyleyecekse,
kulak kabartırım.
Ve M. Ali Bayar cumartesi günü yayımlanan ‘Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan; yeni başlayanlar için...’ başlıklı yazım üzerine bana bir not gönderdi. Yazıya ilişkin ‘Bir hususu mutlaka düzeltmek lazım’ diye
başlıyor ve şöyle devam ediyordu:
“1991’de Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmamamızın somut hukuki nedeni Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesinde ve anayasasının lafzında açıkça Türkiye’den toprak talebinin yer almış olmasıydı. Yoksa, bizim ‘Batı Ermenistan’la ilgili bir metafizik vehmimizden veya subjektif algılamamızdan kaynaklanmıyordu. Somut, açık bir hukuki mesnedi vardı. Yıllar sonra anayasadan çıkarıldı ama bağımsızlık bildirgesinde kaldı ve anayasa da bu bildirgeye atıfla başlar. Ben diplomatik ilişki kurma taraftarıydım. Ama karşı olanların devletler hukuku bakımından argümanları doğru ve haklıydı. Nihai karar da zaten Turgut
Özal’ın onayıyla alındı MGK’da.”
***
M. Ali Bayar’ın notuna bir-iki ekleme yapmalıyım.
Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) 14
Nisan 2009 tarihli taptaze
raporunda görüşülen Ermenistan yetkililerinin 1921’de
Kars Anlaşması ile çizilen sınırı sorgulamadıkları ve Ermenistan’ın ‘Türk toprakları üzerinde hiçbir de jure talebi bulunmadığını’ söyledikleri yer alıyor.
‘
Turkey and Armenia: Opening Minds, Opening Borders’ (Türkiye ve Ermenistan: Zihinleri Açmak,
Sınırları Açmak) başlıklı raporu ilgili herkesin, başta
Başbakan Tayyip Erdoğan, satır satır okumasında yarar var.
23
Ağustos 1990 tarihli Ermenistan Cumhuriyeti
Bağımsızlık Bildirgesi’nde ‘Ermenistan Cumhuriyeti Osmanlı Türkiye’si ve Batı Emenistan’daki 1915 Soykırımı’nın uluslararası kabulünü elde etmek görevine
destek olur’ ibaresini mevcut. Rapor, bu bildirgenin bir
Anayasa kabul edilene dek bir ‘geçici
belge’ olarak kabul edilmiş olduğunu, 5 Temmuz 1995 Anayasası’nda ‘Batı Ermenistan’ sözcüklerinin çıkarılmış olduğunu kayda geçiriyor.
1991-1998 arası Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Levon Ter-Petrosyan, Türkiye ile ilişki kurmak yanlısıydı.
Bu ilişkinin kurulmasına engel teşkil eden Türkiye’nin ‘hukuki itirazları’nı karşılayacağına da söz vermişti.
Şimdi gelinen nokta, Türkiye’nin üzerinde durduğu ‘hukuki pürüzler’in aşılmış olduğunu gösteriyor. Zaten, Taşnak Partisi bu yüzden önceki gün Ermenistan hükümetini terk etti.
En önemli konu, ‘sınırın açılması’. Türkiye ile Ermenistan arasında 325 kilometre uzunluğunda kara sınırı var.
Sovyetler Birliği döneminin hemen tümünde zaten kapalıydı. İki geçiş noktası var.
Iğdır ve
Erivan’a yakın Aras nehri üzerindeki
köprü ile geçilen Alican/Markara kapısı ve Kars ile Gümrü arasındaki
demiryolu hattı.
1980’de açılan sınır buydu ve haftada bir kez olmak üzere, iki yönde
tren seferi vardı.
Türkiye’nin Ermenilerin Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesini işgali üzerine 3 Nisan 1993’te kapattığı sınır da budur.
Şimdi bu sınırın yeniden açılması, Yukarı Karabağ sorununun ‘nihai çözümü’ne değil, Azerbaycan ile Ermenistan arasında ‘
AGİT Minsk Grubu’nun Karabağ Sorunu’nun Çözümü için
Temel İlkeler’ belgesini imzalanmasına bağlı.
Nedir o ‘Temel İlkeler’?
Ermenistan tarafından desteklenen Karabağ Ermeni güçlerinin Karabağ’ın çevresinde işgal ettikleri Azerbaycan bölgelerinden tümünden çekilmesi, Yukarı Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçin Koridoru’na özel bir statü verilmesi, Yukarı Karabağ dahil göçmen konumuna düşmüş tüm Azerilerin evlerine geri dönmesi, Yukarı Karabağ için geçici bir bir statünün belirlenmesi, sorunun çözümü için güç kullanmaktan kaçınılması, herhangi bir çözüm için uluslararası garantiler sağlanması, uluslararası barış gücünün bölgede konuşlandırılması, vs.
AGİT Minsk Grubu’nun ‘Karabağ Sorununun Çözümü İçin Temel İlkeler’ belgesi bunları içeriyor. Türkiye’nin Azerbaycan ile dayanışması, bu ‘İlkeler’in Ermenistan tarafından kabulünü beklemesi demek.
Azerbaycan ile Ermenistan bunun altına ortak imzalarını koydukları gün, Kars-Gümrü treni de yola çıkma hazırlığına başlar.