Cumartesi akşamı
Türkiye ile
Ermenistan arasındaki ‘Protokoller’in
imza töreni açıklanan saatte gerçekleşmeyince ‘Kriz’ havası ortalığı sardı. Herkes nefesini tutmuştu.
İmzaların atılacağını adım gibi biliyordum. Atıldı zaten.
Üç saat onbeş dakikalık bir gecikmeyle de olsa atıldı.
‘
Tarihin yazılması’ kesinleşmişken, yazım işlemi duramaz. O yüzden adım gibi biliyordum.
Amerikan
Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton, Başkan Obama’nın
Nobel Barış Ödülü aldığı gün kalkmış
Atlantik ötesinden sırf bu tören için Zürich’e gelmiş, pek rastlanmadık biçimde
Rusya ve
Fransa Dışişleri Bakanları Sergei
Lavrov ile Bernard Kouchner ve AB’nin
en üst yetkilisi Javier Solana birarada ve orada. Tam da ‘tarihin yazılması’ işlemini simgelemek ve bir anlamda ‘nikâh tanıklığı’ amacıyla oradalar.
Bu işin yani ‘Protokoller’in hazırlanmasının arkasında ta 2006
Ağustos ayına kadar giden bir süreç var ve imzaya beş kala şu ya da bu konuşma metnindeki şu ya da bu cümleden dolayı, ‘süreç’ çökecek, Amerika, Rusya, Fransa dışişleri
bakanları ve Solana valizlerini alıp geldikleri yere gidecekler.
Böyle bir şeyin olmasına izin verilemezdi. Böyle bir şey olamazdı.
Ermenistan’ın bunu göze alabilmesi akla ziyandı.
O nedenle, adım gibi biliyordum.
Serj Sarkisyan’ın Bursa’daki maça geleceğini de birkaç gün önce yazmıştım. Nedenlerini anlatıp yazıyı ‘Bu işler böyle’ diye noktalamıştım.
Zürich’te cumartesi gecesi yaşanan kısa süreli ‘drama’nın ardından Sarkisyan’ın ne yapacağı merak ediliyordu. Yarını (çarşamba) beklemeden dün (Pazartesi) geleceğini ilan etti.
Türkiye-Ermenistan ‘tarih
treni’ hareket etmiştir. ‘Geri dönülmez’ yolda ilerlenmeye başlandı. Evet, düz yolda, dikensiz gül bahçesinde, engelsiz biçimde yol alınmayacak ama ‘tren’ Zürich’ten hareket etti.
Tarih,
imza töreninin üç saat onbeş dakika gecikmeyle ve Türk ve Ermeni dışişleri bakanlarının tasarlanmış konuşmaları yapılmadan gerçekleştiğini yazmayacak. 10
Ekim 2009’da Türkiye-Ermenistan Protokolleri’nin Zürich’te imzalandığını yazacak.
***
Joost Lagendijk’in dünkü Daily News’ta yer alan şu satırlarını bir kenara kaydedin, bu olayın dış dünyada nasıl görüldüğünü ve algılandığını anlamak için:
“Zürich törenini tarihi bir an olarak görüyorum. Anlamı iyi anlaşılmalıdır. 15 yıldan fazla bir süre,
Avrupa’nın iki komşu
ülkesi birbirleriyle konuşmadılar ve sınırlarını kapalı tuttular. Bir süre sonra Türkler ve Ermenilerin bir çoğu bu duruma alıştılar ve geri kalan dünyanın gözünde bunun nasıl olağandışı bir şey olduğunu kavramadılar. Avrupa’da birçoklarının nazarında bu durum Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olmadığının en çarpıcı kanıtlarından biriydi. Onlara göre, oradaki sorunlar uzun bir süre dokunulmamak değil, çözülmek için vardı. Türkiye’nin dostları da
Azerbaycan ile uzlaşmasını zorlamak için Ermenistan’ın tecrit edilmesinin hiçbir zaman sonuç vermeyeceğini
itiraf etmek zorunda kaldılar.
Ermenistan’a yönelik son 15 yıllık
politika, Türk dış politikasının en büyük yanlışlarından biriydi. Tümüyle etkisizdi çünkü Ermenistan ve Azerbaycan’da ihtilaflı Karabağ sorununa çözüm istemeyen katı tutum yanlılarını güçlendirdi. Türkiye’nin dışarıdaki imajına zarar verdi ve Türkiye’nin AB’ye katılımının savunulmasındaki en büyük zayıflıklardan birini oluşturdu. Artık o günler geride kaldı.”
Geride kalan günlere ilişkin bir başka çarpıcı gelişme ise bugün yaşanacak. Zürich’e
yola çıkmadan önce
Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu ile iki saat birlikteydik. Zürich sonrasına ilişkin bir ‘ufuk turu’ yaptı. Davudoğlu bugün
Suriye’ye,
Halep’e gidiyor. Halep’teki toplantıyı aynı gün
Gaziantep’te Suriyelilerle yapılacak toplantı izleyecek ve iki ülke arasında ‘vize muafiyet anlaşması’ imzalanacak.
Şunun şurasında 10 yıl önce mayınlı ve en aşılmaz sınırlardan biri ekonomileri daha da yakınlaştıracak şekilde aşılmakla kalmıyor, adeta anlamsız hale getiriliyor.
Zaten Davudoğlu, Halep-Gaziantep Suriye buluşmasına gönderme yaparken, ‘Bununla sadece Ortadoğu’da değil,
Kafkasya ve Balkanlar’da da sınırların kaldırılmasını istiyoruz’ dedi. Bunu ‘siyasi sınırlar’ın ‘anlamsızlaştırılması’ anlamında söylediğini eklemeye gerek yok.
Belki de var, bazı Avrupalılarda alerji yaratan ‘Neo-Osmanlıcılık’ gibi gereksiz polemik konularına yol açmamak için.
Ancak, anlaşılması gereken yarın Suriye ile, perşembe günü 10 bakan ile birlikte Başbakan’ın
Bağdat ziyaretlerinden sonra Türkiye’nin ‘en sorunlu’ güney-güneydoğu ekseni nasıl bir ‘
işbirliği alanı’na dönüşme potansiyeli ifade ediyorsa, Türkiye ile Ermenistan arasında başlayan ‘süreç’in Kafkasya’ya da teşmil edilebileceğine dair ‘umut ışıkları’ yakılmış vaziyette.
***
Elbette, bunun için Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sorunun çözümü şart. Yukarı Karabağ sorunu. Bu, bir-iki günün işi değil. Adı üzerinde ‘donmuş ihtilaf’ ve kökü ta Sovyetler Birliği’nin kuruluşuna gidiyor. Bugünkü durumuna ise Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla geldi.
Ermenilerin Karabağ çevresinde ‘güvenlik kuşağı’ oluşturmak gerekçesiyle 7 Azerbaycan reyonunu, tartışmasız Azerbaycan toprağı olan ve Azerbaycan’ın yüzde 20’sine yakın bir alanı
işgal etmesi 1993-1994 yıllarında gerçekleşti.
Karabağ sorunu, biraz üzerine eğilindiğinde görüleceği gibi
Kıbrıs sorunu kadar çetrefil bir sorun. Türkiye ile Ermenistan ‘normalleşmesi’ için
evet bir ‘ön şart’ değil ama ‘normalleşme’nin gerçekten olabilmesi için Azerbaycan-Ermenistan uzlaşmasının Karabağ üzerinden mümkün olabilmesi, bunun yolunun açılması şart.
İşin aylardır ve bugünde tıkandığı, yarın da nasıl aşılabileceği belli olmayan nokta, Karabağ’ın ‘nihai statüsü’ bir yana, onun nasıl belirlenebileceğine ilişkin Baku ile
Erivan’ın uzlaşamamaları.
TBMM’den Zürich’de imzalananan ‘Protokoller’in geçmesi, yani bu tarihten iki ay sonra Türkiye-Ermenistan sınırının açılabilmesi için, Karabağ ya da çevresinde tek bir Ermeni silahlı personelinin kalmaması diye bir şart yok ama, çözüm yolunun açıldığına dair Baku-Erivan uzlaşması şart.
Bu kolay olmayacak ama Zürich öncesi kadar da zor olmayacak.
Zaten, Zürich’te ABD, Rusya ve Fransa dışişleri bakanlarının ne işi vardı? Bu üç ülke Karabağ konusunda çözüm misyonu üstlenmiş
AGİT Minsk Grubu’nun ‘eşbaşkanları.’
Karabağ konusu, Ermenistan’ın vurguladığı gibi Zürih’te atılan imzalar için formel anlamda bir ‘ön şart’ değil ama aradaki ‘bağlantı’ da ortada. O üç Minsk Grubu ülke eşbaşkanının Zürich’te bulunmasını başka türlü izah edemezsiniz.
Ahmet Davudoğlu, bize cumartesi Zürich’e hareketinden önce ‘Biz donmuş
krizleri savaş yoluyla değil, diplomasi yoluyla taşları yerinden oynata oynata çözmeyi istiyoruz’ demişti.
Zürich’te Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinin geleceğine ilişkin taşlar da yerinden, bugüne dek, oynamadığı kadar oynadı.
Zaman olacak, kolay olmayacak ama siz Türkiye’de, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Karabağ’da ve Diaspora’daki ‘bozguncu koro’ya
kulak asmayın; Azerbaycan ile Ermenistan da Zürich’ten sonra ‘uzlaşma rotası’nda.
Aksi halde, Zürich’in bir ‘tarihi an’ olmasının hiçbir anlamı kalmaz.
Oysa, Zürich, bir önemli ‘tarihi an’dı...