Geçen yıl 1
Ağustos’ta ‘Açılım’ın ilk ayağı olarak Ankara’da
Polis Akademisi’nde gerçekleştirilen toplantıdan birkaç saat önce ‘Açılım Koordinatörü’ İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la görüştüğümde kendisine, yaz ayları boyunca Güneydoğu’nun büyük bölümünü dolaştığımı ve halkta büyük beklenti yaratıldığını söylemiş, “Çıtayı çok yükselttiniz. Cesur adımlar atmaz ve doğru yönde yürümezseniz, öyle bir hayal kırıklığına yol açarsınız ki, şiddet misliyle geri dönebilir” demiştim.
Öyle oldu. Ağustos 2009’dan
Habur girişine kadar geçen süre içinde üç ay boyunca ‘Açılım’ iyimser duyguları artırarak devam etti. Habur, bir ‘kırılma noktası’ oldu ve göstere göstere bugünlere geldik.
‘Açılım’, genel ‘
demokratikleşme’ çerçevesi içinde
Kürt sorununun çözümü yönünde siyasi adımların atılmasını öngörmek zorundaydı. Buna paralel olarak ve bu adımlar sayesinde
Türkiye’nin Kürt halkı ile
PKK arasındaki ‘manevi bağlar’ın zayıflatılmasını da sağlamalıydı.
Ancak, ‘Açılım’ın kaçınılmaz bu ikinci yönü için, PKK’nın ‘silahsızlandırılması’ gerekiyordu ki, bu da ‘dağdan inecek’, ‘hapishanelerden boşalacak’ ve ‘
Avrupa’dan geri dönecek’ PKK’lılara ‘yasal
siyaset kulvarları’nın açılması şarttı.
Bu amacı elde etmek için, PKK’nın ‘siyasi nüfuz alanı’nın Türkiye siyaset sisteminin ‘yasal parçası’ olan DTP ile olağan bir görüşme mekanizmasının kurulmasının yanısıra PKK’ya da uzanmak ve ‘silahsızlanma’nın onunla görüşerek gerçekleştirilmesi de şarttı.
Hiçbiri yapılmadı. Anlamlı siyasi adımlar bile atılmadı. Önemli yasal değişiklikler gerçekleştirilmedi. Üstüne üstlük DTP kapatıldı. ‘Ovada siyaset yapanlar’a o ‘kulvarlar’, içlerinde belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce kişinin ‘
KCK operasyonları’ ile içeri atılması ile kapandı. 11-17 yaşları arasında 1500 çocuk içeride. Hâlâ içerideler.
5 bin çocuk yargılanıyor.
‘KCK operasyonları’ ile yerel
diyalog kanalları ortadan kaldırıldı. Güneydoğu’nun ‘tabanı’ ile ‘
Kandil zirvesi’ ile ‘
İmralı’ baş başa bırakıldılar. Kürt siyasetine
eylem alanı olarak ‘şiddet yolu’ sunulmuş oldu.
‘Ova kurutuldu’, istikamet olarak yeni Kürt kuşaklara ‘dağ yolları’ gösterildi.
‘Açılım’a ilişkin elinde üzerinde çok düşünülmüş ve çalışılmış ayrıntılı bir ‘
yol haritası’ bulunmadığı anlaşılan hükümetin müthiş bir ‘kumpas’a düşürüldüğünü ve
Çiller döneminde olduğu gibi işin içinde çıkabilmek için ‘askerin kucağı’na düşürüldüğü bir zaman dilimindeyiz. Muhtemelen PKK’nın istediği de buydu.
Şimdi geldik, 1980’ler ve 1990’lar boyunca ezberlediğimiz söylemin tekrarına.
***
MİT’in eski müsteşar yardımcısı
Cevat Öneş, Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportajda, ‘
Öcalan, PKK’nın etkilediği
Kürtler üzerindeki etkisini sürdürüyor. PKK’nın Kandil ve Avrupa kadroları üzerindeki manevi liderliğini de devam ettiriyor. Dolayısıyla PKK sorununun çözümünde Öcalan önemini koruyor. PKK, 1970’lerin sonunda ortaya çıkmış bir
örgüt... Hem silahlı eylemini yapıyor hem de geniş bir kitleyi etkiliyor. Baskıyla veya korkuyla da olsa, Kürt siyasetini teke indiriyor’ sözleriyle mevcut tabloyu gerçekçi biçimde tasvir ediyor.
‘Bir avuç çapulcu’, ‘Bölücübaşı’, ‘
teröristler’ vs. gibi sıfatlarla üretilen retorik, gelinen nokta ne devletin zaaflarını örtebiliyor, ne de sorunun çözümüne zerre kadar yarar sağlıyor.
Türkiye, ‘
Kürt sorunu’nu aşamadığı sürece, uluslararası sahnedeki hiçbir iddiasını da yere getiremez. Bu, ‘karnında ağır kramplarla iki büklüm bir sporcu’nun ringe çıkmasına benziyor. Uluslararası sahnede, Türkiye, zorlu hasımlarla yüz yüze kalmışken, çözümsüz bir ‘Kürt sorunu’ ile hiçbir iddiasını gerçekleştiremez. Hiçbir hükümet, bu sorun bu haliyle ‘kangrenleşirken’ ayakta kalamaz.
Ve bu ‘sorun’, Mesut Barzani’ye ‘
posta koymayı’ tasarlayarak, Washington’un kapısını ‘eylemli istihbarat akışı’nı güçlendirmek amacıyla çalarak, Bağdat’ta ‘üçlü güvenlik toplantıları’na bel bağlayarak, İran’la Kandil konusunda ‘ortak eylem’ girişiminde bulunarak,
Kuzey Irak’a asker sokarak, sınır boyuna ‘özel eğitilmiş birlikler’ konuşlandırılarak, Güneydoğu’da
OHAL ilan ederek, cezaevlerine KCK’lı, BDP’li yığarak çözülmez.
Bu yolların tümü 25 yıldır denendi. Geldiğimiz yer ortada.
Bütün bunlar denenmiş ‘önlemler’dir ve ‘çıkmaz yol’a inatla girme denemeleridir. ‘Sorun’, sınırdan ‘terörist sızmalar’ sorunu değildir. Ömründe Şemdinli’ye ayak basmamış olanlar, televizyonlarda ahkâm kesiyorlar. Şemdinli’den Çukurca’ya, oradan Uludere’ye, Uludere’den Silopi’ye kadar olan alanda sıfır noktadaki karakollar, yüzlerini Irak Kürdistanı adını taşıyan bölgeye dikmiş, içeri sızacak olanlara karşı ‘vatanı koruyor’lar.
Arkalarında uzanan yüzlerce kilometrelik topraklarda yaşayan binlerce kişi dağlara çıkma duygusu içinde iken, korunmuş olan ne? Arkanızda yaşayan onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kişi Ankara’ya ilişkin derin bir hayal kırıklığı ve
öfke içindeyken, hangi sınır önlemi ve hangi ‘dış temas’ ile bu ‘sorun’un üstesinden gelebilirsiniz ki?
***
Cevat Öneş’e dönelim, ‘Öcalan ne planlıyor?’ sorusuna verdiği cevabı izleyelim:
“Kendi durumunu önceliği alan, mahkumiyetini hafifletmeye çalışan bir yapı var karşımızda. PKK’nın ve kendisinin muhatap alınmasını, PKK kadrolarının
legal siyasete girme şartlarının yaratılmasını istiyor. Muhatap alınmak için siyasi iktidarı zorlamak istiyor. ‘Bensiz bu sorunu çözemezsiniz’ mesajlarını vermek istiyor. Biz bu sorunu genel bir başlık altında ‘Kürt sorunu’ olarak konuşuyoruz ama Kürt sorunu iki ayaklı bir sorundur. Birinci ayağı demokratikleşmedir. Türkiye’nin Kürt sorunuyla birlikte
Alevi meselesini, mezhep çatışmaları ve
azınlıklar meselelerini çözecek genel bir
açılım projesidir bu. Bu plan Öcalan’la çözülmez. Sorun, AB kriterleri doğrultusunda TBMM’nin iradesiyle çözülür. Kürt sorununun ikinci ayağı olan PKK sorunu ise silahların bıraktırılmasıdır. Bu sürecin sağlıklı yönetilmesi için Öcalan ve Kandil dahil herkesle görüşülebilir. Çünkü biz barıştan bahsediyoruz.”
Yıllardır altını çize çize söylediğimizin bir paragraflık özeti bu.
Biliyoruz
seçim geliyor ve Türkiye’nin mevcut siyasal ortamı ve güçler dengesinde,
Tayyip Erdoğan yukarıdaki paragrafın içerdiği gerekleri, öyle düşünse ve istese bile, yerine getiremez denecektir.
Dönem, ‘milliyetçi söylem’i canlandırmak ve konuyu başta asker, güvenlik güçlerine
havale etmektir. ‘Gerçekçi’ bakış açısı budur. Böyle denecektir.
Bu söylem ve yöntem, 1980’lerde ve 1990’larda cari idi. Kaç
Başbakan gitti, sorun orta yerde ve ‘kangrenleşerek’ sürüyor. Aynı söylem ve yöntemin kendisini nereye taşıyabileceğini Tayyip Erdoğan, seleflerinin akıbetine bakarak görebilir.
Belki...