Nasıl bir 'Kürt açılımı'? (1)

"Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda", İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif'in en iyi bilinen ve hatırlanan dizelerinin başında gelir.


Çanakkale savunmasında Gelibolu Yarımadası'nda toprağa düşen on binlerce vatan evladını anlatır o dize. Bugünlerde, ülkemizin bir başka köşesinde, Güneydoğu'da toprağı sıktığınızda, daha doğrusu kazdığınızda -1990'larda "faili meçhul cinayetler"e kurban giden Kürtlerin kemikleri fışkırıyor. Hemen her gün herhangi bir gazetede, bir devlet görevlisinin, bir "itirafçı"nın hatta bir siyasetçinin verdiği bilgiler üzerine, Güneydoğu toprakları kazılıyor ve "faili meçhul cinayet" kurbanı Kürtlerin kemikleri fışkırıyor o topraklardan. Kemikleri fışkıranlar, bu ülkenin vatandaşları. 1990'larda işlemeyen hukuk, kenarından kıyısından işletilmeye çalışınca, Ergenekon davası sayesinde -"Fırat'ın doğusu"nda da kanlı suçlar hem de devlet birimleri tarafından işlenmiş- ortaya çıkmaya başlıyor. Bu konuda açıklama yapanların, cinayetlerin işlendiği tarihlerde taşıdıkları sıfatların, kimlerle ast-üst, emir-komuta ilişkisi içinde bulunduklarını takip edemez vaziyetteyiz. Bu isimleri, aralarındaki ilişkileri, işlenen suçları bilmek bayağı bir "uzmanlık" gerektiriyor. Ergenekon iddianamelerinin binlerce sayfaya ulaşması eleştiri konusu oluyor ama devletin bazı birimlerinin tümüyle hukuk dışına çıkmış olması gerçeğini soruşturmaya başladığınız anda, elinizdeki bulgular ve delilleri ardı ardına sıralasanız, binlerce sayfa tutmak zorunda sanki. Birçoğumuz bu ülkede şans eseri, tesadüfen yaşar durumdayız. O kadar "şanslı" olmayanlar, toprağın altındalar. Türkiye, Ergenekon ve "alt başlıkları" üzerinde kendi "kanlı geçmişi"yle hesaplaşma sürecinde. Bu süreçten geçmeden, devletin "modernleşmesi" ve AB yolunda uygar ve demokratik bir ülke olarak mesafe alabilmesi mümkün değil. Geldiğimiz nokta, aslında "Kürt sorunu"na ilişkin Başbakan Tayyip Erdoğan'ın tanımlamasıyla "Kürt açılımı"nın nasıl bir hedefe ulaşabileceği ya da ulaşamayacağıyla da yakından ilgili. "Kürt sorunu" dediğiniz, söz konusu "kanlı yakın geçmiş" ile hesaplaşma gerçekleşmeden ve Türkiye'nin gerçekten bir "hukuk devleti" olduğunu kanıtlanmadan çözülemez. Radikal, önceki günkü manşetini "JİTEM cinayetlerinde adalet 15 yıl uyumuş" diye atmıştı. Manşete ilham veren, şu anda tutuklu bulunan Kayseri Jandarma Alay Komutanı Temizöz iddianamesi ile ortaya konulan gerçekler. Cizre'de 1993-1995 arasında öldürülen 20 kişinin öyküsü delillerle ortaya konuyor. Manşetin kenarındaki haber başlığıysa "Korucu katliamı" başlığını taşıyor ve eski Hakkâri Milletvekili (CHP) Esat Canan'ın "Şemdinli'de 1994'te 12 korucunun gözaltında kaybolmasını herkesin bildiğini ama hiçbir makamın ilgilenmediğini" anlatan açıklamasına yer veriyor. İroni yüklü bir özdeyiş vardır: "Gerçeklerin kötü bir huyu vardır; bir gün mutlaka ortaya çıkarlar"! 1990'ların Güneydoğu gerçekleri, Cizre'ye, Şemdinli'ye ilişkin olarak bir bir ortaya çıkıyor. Lice'ye, Batman'a, Diyarbakır'a, Mardin'e, Kızıltepe'ye, bölgede aklınıza gelen her yere ilişkin olarak çıktı, çıkıyor, çıkacak. Peki, bu "cinayet gerçekleri" bölgeyi mi ilgilendiriyor sadece? "Devlet birimleri" aracılığıyla işlendiğine göre, en başta Ankara'yı ve dolayısıyla herkesi, hepimizi ilgilendiriyor. Tam bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 12 Ağustos 2005 günü Diyarbakır'da sarf ettiği şu sözleri hatırlamakta yarar var: "Her soruna bir ad koymak da gerekmez. Sorunlar hepimizindir. İlla ‘ad koyalım' diyorsanız, Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Bu sebeple ‘Kürt sorunu ne olacak?' diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak, o sorun, herkesten önce benim sorunumdur..." Tayyip Erdoğan, "Kürt açılımı" ile kapsamlı bir çalışmanın MGK'da başlatıldığını ve İçişleri Bakanlığı'na görev verildiğini belirtti ve 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşmasını hatırlattı. Şöyle dedi: "Ben bunun adı üzerinde, başlık üzerinde konuşacak değilim. Buna ister ‘Kürt sorunu' deyin, ister ‘Güneydoğu sorunu', ister ‘Doğu sorunu' deyin, isterse son olarak adlandırılan ‘Kürt açılımı' diyelim, ne dersek diyelim, bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık. 2005 yılında, biliyorsunuz Diyarbakır konuşmam var. Bugün tartışılan birçok mesele o zaman tarafımdan dile getirildi..." Başbakan'ın 12 Ağustos Diyarbakır konuşmasını hatırlatmasından ziyade, "hatırlaması" memnuniyet verici. O konuşması, bir "dönüm noktası" olarak algılanmış ama o konuşmasını sonradan ne hatırlayan ne hatırlatan olmuş ne de kendisi hatırlar görünmüştü. Şimdi o "dönüm noktası" konuşmasının kendisi tarafından bir "referans noktası" olarak ele alınması çok olumludur. Türkiye'nin Başbakanı sıfatını taşıyan bir kişi, o Diyarbakır konuşmasıyla ilk kez "Kürt sorunu" sözcüklerini telaffuz etmiş olmakla kalmamış, o konuda "devletin hataları"ndan da ilk kez söz eden bir başbakan olmuştu. Konuşmanın en can alıcı bölümü belki de orasıydı. Hatırlayalım: "Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülke, pek çok zorluğun harmanından geçti. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak, büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet, kendisiyle yüzleşip hata ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahiptir... Bir gün gelir bu hatalar düzelir. O nedenle bayrağımızın dalgalandığı her yerde, herkesin birinci sınıf vatandaş olması, çocuklarımızın geleceğe umutla bakması, benim ve arkadaşlarımın rüyasıdır... Türkiye'nin geldiği noktadan geriye adım atılmayacağını herkes bilmeli. Demokratik sürecin geriye işlemesine izin vermeyeceğiz..." Tayyip Erdoğan bu sözleri söylerken, yanı başında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de vardı ve sözünü ettiği "rüya"ya sahip o "arkadaşlar"dan biri olan Abdullah Gül, bugün Türkiye Cumhurbaşkanı. Devletin "geçmişteki hataları", Kürt kimliğinin inkârı ve "asimilasyoncu politikalar" gibi siyasi-ideolojik bir arka plana sahip olsaydı, Tayyip Erdoğan'ın 2005'te Diyarbakır'daki "özeleştiri" mahiyetindeki sözleri, "sorun"un çözümü yönünde güçlü bir atılımı ifade ederdi. Oysa, "geçmişteki hatalar"ın çok ötesine geçen "geçmişteki cürümler" söz konusu. Bu bakımdan, "Kürt açılımı"nın "adlî süreç" ile paralel hatta el ele yürümesi gerekiyor. İşte tam da bu nedenle Ergenekon soruşturmasının "Fırat'ın doğusu"na yayılması şart. Sadece, "adlî süreç" de "sorun"u kendiliğinden çözebilecek bir şey değil. "Kürt açılımı"nın içerikli olması da şart. "Kürt açılımı"nın değiştirilmiş yer isimlerinin iadesinden -ki kimlik inkârının reddi bakımından hatırı sayılır bir "psikolojik" değer taşıyor- üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı kürsülerinin açılmasına, ortaöğretimde Kürtçenin yer almasından özel televizyonların da Kürtçe yayın hakkına uzanan yelpazede yeni düzenlemeleri içermesi anlam taşır. Bir başka çok önemli husus, dünkü Radikal'de Tarhan Erdem'in, "Biz, 1991'de kabul edip, 1992'de bazı çekincelerle Bakanlar Kurulu kararıyla onayladığımız, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na uyacak mıyız, uymayacak mıyız?" sorusuyla dile getirdiği konu. Tarhan Erdem, "Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişlemesi, yerinden yönetim ilkesinin kabulü, ülkenin her yerleşim yeri için önemli ve gereklidir. Bunun için anayasanın özellikle 126 ve 127'nci maddeleri değiştirilmelidir" diyerek yol da gösteriyor. "Kürt açılımı"nın bu hususu da içermesi gerekir. Bütün bunları yerine getirmek için bir "muhatap aramak" veya birileriyle "müzakere etmek" gerekmez. Şayet, devlet kurumları arasında uyum gerçekten varsa, hükümet, bütün bunları "Kürt açılımı" olarak ilan edebilir. Etmelidir de. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı dün "PKK ve Öcalan da çözüm sürecine dahil edilmeli" çağrısını yaptı. Doğru söylüyor. Ancak bu, "Kürt açılımı"nın "olmazsa olmaz" şartı değil, o ayrı bir konu. Yarına devam...
<< Önceki Haber Nasıl bir 'Kürt açılımı'? (1) Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER