Tüm ‘kirli
çamaşır-lar’ bir bir ortaya dökülüyorlar. ‘Gerçeklerin kötü bir huyu vardır, bir gün mutlaka ortaya çıkarlar’ hesabı.
Bir süre önce Şemdin
Sakık’ın ‘Şiddetin Sefaleti’ adlı bir kitabı yayımlandı. Sakık, 1998’de
Diyarbakır Jandarma
İstihbarat Merkezi’nde yapılan
sorgusuna
Şemdinli sanığı astsubaylar
Ali Kaya ve Özcan İldeniz’in katıldıklarını belirtiyor ve ‘ülkenin ileri gelen
gazeteci, yazar ve siyasetçilerinin
örgütü (
PKK) yardımcı olduklarını, para karşılığında örgüt propagandası yaptıklarını
itiraf etmemi istediler’ diyor ve ‘onları katıldıkları
tartışma programlarından ve gazete köşelerinden tanırım‘ cevabını verdiği ama sorgucularını ‘ikna edemediğini’ ekliyor.
Sorguyu yapanlar Sakık’ın önüne birkaç kağıt koyuyorlar ve imzalamasını istiyorlar. Bu kağıtların ne olduğunu sorduğunda ‘Önemli şeyler değil, ifadenden arta kalanlar’ cevabını alıyor. ‘Koyu puntolarla yazılmış isimleri gödüm. Hepsi de sorguda isimleri geçen insanlardı. Belgeyi imzalamayı kabul etmedim’ karşılığını veriyor.
Ve sorgusunu dönemin 7.
Kolordu Komutanı’nın (
Yaşar Büyükanıt) da izlediğini bildiriyor. Sorguyu yapanlar ise daha sonra Şemdinli olayının failleri olarak ortaya çıkan isimler.
Yaşar Büyükanıt onlardan ‘iyi çocuklar’ diye söz etmiş. Müebbet
hapis talebiyle yargılandıkları halde, askeri yargı tarafınan serbest bırakılmışlar. Soruşturmayı yürüten savcı Ferhat Sarı
kaya ise ışınlanmıştı.
Şemdin Sakık’ın anlattığı sorgu, benim adımın da dahil olduğu 1998’in meşhur ‘
Andıç’ olayının arka planı. Yazdıklarının doğru olduğunu ben biliyorum, zira DGM
Savcılığı’nda bana gösterilen Şemdin Sakık’ın ifadesinde bizimle ilgili olumsuz tek bir söz yoktu. Kendisinden istenen ‘itiraf’ı yapmamıştı.
Bizim isimlerimiz, ‘kirli bir tertip’ ile
Genelkurmay bünyesinde hazırlanan ‘Andıç’ta yer almış ve basında yayımlanması sağlanmıştı. Zaten y
akın geçmişte bizzat Yaşar Büyükanıt, yapılanın ‘yanlış’ olduğunu ‘itiraf’ etmişti.
***
O dönemde
Sabah gazetesi yazıişleri müdürü olan
Ergun Babahan’ın önceki gün ve dün Taraf’ta Neşe Düzel ile yaptığı uzun röportajda o döneme ilişkin ‘itiraflar’ı yayımlandı.
Neşe Düzel soruyor: “O
belge geldiğinde ne düşündünüz?”
Ergun Babahan cevaplıyor: “Belge gelmedi. Şemdin Sakık’ın ifadeesi bir haber olarak geldi bize
Ankara bürodan.
Cengiz Çandar’la M. Ali Birand’ın PKK’dan para aldıklarına dair iddialar vardı ifadede. Ankara’an faksla bu haber geçildi.”
Neşe Düzel, “Siz o gün elinize geçen belgenin düzmece bir belge olduğunu anlamadınız mı?” diye soruyor.
Ergun Babahan, “Anladık tabii ki” diye cevap veriyor. Bir yerde Neşe Düzel, “
Hürriyet o belgenin düzmece olduğunu biliyor muydu?” diye sorusunu yineliyor ve Ergun Babahan “Bence biliyordu. Andıç’ta adı geçen gazeteciler,
Kürt meselesinde demokrat çizgideydiler” diyor.
Söyleşinin bir başka yerinde ise ‘
Zafer Mutlu, Cengiz’in vurulabileceğinden çok korkuyordu. Böyle bir bilgi de gelmişti. Ayrıca ‘Onları gazeteden atın’ diyorlar’ diye anlatıyor. ‘O belge yayınladıktan sonra ne hissetiniz?’ sorusunu ise ‘Ben de ölümden kurtardığımıza inanıyordum’ şeklinde karşılıyor.
Hakkımızda görülmemiş bir ‘iftira’nın yayımlanmasının aslında bizi/beni ‘ölümden kurtarmak’ amacıyla yayımlandığının açıklaması. O ‘düzmece belge’ yayımlandıktan 10 gün sonra Akın Birdal’ın üzerine bir şarjör kurşun boşaltıldı.
Ergun Babahan, bütün bunları 28 Şubat’tan 12 yıl sonra niçin anlattığını da şöyle açıklıyor:
“Kendi içinde yaşadığın bir utancı saklayarak yok edemiyorsun. Gerçeği herkes biliyor zaten. Ne yaşadığını, ne yaptığını anlatman lazım ki, insanlar bir daha böyle şeyler yapmasınlar.”
Ergun, iyi ki anlattı bunları. ‘Herkes’ gibi ben de ‘gerçeği’ biliyorum zaten ama ‘kendi içinde utanç yaşaması gereken’ insanlar aranıyor şimdi. Ankara bürosundan kim, kimden aldı o ‘düzmece belge’yi? Kim kime, kimin tarafından benim vurulabileceğim bilgisini iletti?
Bunları bilmeye ihtiyacımız var ki, böyle şeyler bir daha yaşanmasın.
***
Eski
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, görevde olduğu bir sırada hiç gereği yok iken ve kimse öyle bir şey söylememişken, bir basın toplantısında ‘
Türk Silahlı Kuvvetleri bir
suç örgütü’ değildir demiş ve bu sözleri söylemiş olduğu için çok kişiyi şaşırtmıştı.
Türk Silahlı Kuvvetleri, elbette bir ‘suç örgütü’ değildir, adı üzerinde Türk Silahlı Kuvvetleri. Ama içinde çok sayıda ‘
sanık’ barındırdığı son ayların, son haftaların gelişmeleriyle gün ışığına çıktı.
Şimdi yapılması gereken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinin ciddi bir temizlikten geçirilmesi. Oysa bakıyoruz, Genelkurmay Başkanı, tıpkı 12 yıl önceki ‘iyi çocuklar’ gibi, Üçüncü
Ordu Komutanı’na kefil oluyor. ‘İyi çocuktur’ demeye getiriyor.
Oysa Üçüncü Ordu Komutanı, mahkemece kabul edilen bir iddianamenin bir numaralı sanığı ve hakkında beş ila 10 yıl
hapis cezası isteniyor. ‘Suçlu’ denilemez ama ağır cezada yargılanan bir sanık konumunda. Genelkurmay Başkanı, öyle bir sanığa arka çıkmakla hiçbir şey yapmıyorsa bile ‘Açılan ve yürüyen bir
dava hakkında açıklama yapmak ağır suç kapsamına girer’ şeklindeki Anayasa’nın 288. Maddesi’ni ihlal etmiş olmuyor mu?
Türk Silahlı Kuvvetler Personel Kanunu’nun 65. Maddesi, ‘beş yıl ve daha fazla ceza gerektiren suçlardan yargılananların açığa alınması’ yetkisini
Milli Savunma Bakanı’na vermiyor mu?
Milli
Savunma Bakanı niçin yetkisini kullanmıyor?
Başbakan,
Milli Savunma Bakanı’na niçin bu yetkiyi kullanması talimatını vermiyor?
Ve niçin Genelkurmay Başkanı, Ankara’da bir resepsiyonda
Ergenekon davasından ağır hapis talebiyle yargılanmakta olan
emekli Orgeneral Hurşit
Tolon ile yüzlerinde gülücükler görüşüyor?
Hani Hurşit Tolon, sağlık nedenleriyle
tahliye edilmişti? Genelkurmay Başkanı’nın davetlisi olarak resepsiyonda ne arıyor?
Ve resepsiyondan bir başka fotoğraf; her Genelkurmay Başkanı’nın çevresini insan haysiyeti kavramı açısından hüzün uyandıran aynı yüz ifadeleriyle alan aynı medya mensupları. Şimdiki Genelkurmay Başkanı, o aynı kişilere, bize duyurulmak üzere olsa gerek, basında yapılan bazı haber ve yorumların Askeri
Ceza Kanunu’nun 95. Maddesine aykırı olduğunu ve bu maddenin üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasını içerdiğini hatırlatıyor.
Anayasa’dan ve adli yargıdan özerkleşmiş askerler; buna karşılık askeri yargı tehdidi altında biz basın mensupları.
Sahi, ‘
sivil dikta rejimi’ne doğru yol alıyorduk, öyle değil mi?