Uçakta
Taraf gazetesinde
Amberin Zaman’ın
Aydın Doğan ile yaptığı uzun röportajının ilk bölümünü okuyorum. Şu ‘
vergi kaçırmak’tan ötürü neredeyse 1 milyar doları bulan ‘ceza’nın ‘
adaletli’ olduğuna bir türlü ikna olamamıştım. Ortada bir ‘faul’ kokusu vardı.
Aydın Doğan’ın daha devam edecek upuzun röportajının birkaç cümlesi ‘ceza’’nın
‘adalet ölçüsü’ne ilişkin epey aydınlatıcı oldu.
“Ama niye kaçakçıyım, diyor ki raporu yazan adam, ‘Sen bunu 2006’da sattın, 2007’de gösterdin.’ Öyle değil ama peki öyle yaptım. 2007’de vergisini ödedim mi,
evet. 25 milyon dolar vergi ödemişim. Nasıl
kaçakçılık? Kaçakçılık yapan vergi ödemez. Bana diyebilirsin ki 17
Şubat’ta yatıracaktın, 17
Mayıs’ta yatırdın. Tamam bu aradaki farkın cezasını alırsın, faizini alırsın. Kaçakçılık demek bir
hile yapmak... Beni inceleyerek, ödediğim vergiyi bularak bunu niye bugün ödedin de bugün ödemedin diyerek kaçakçılık olmaz.”
Bunun ‘mantık’ yönünü kavramak için vergi hukuku ya da vergi mevzuata bilmeye gerek yok sanırım.
Tablo bu. Bu tablodan 1 milyar dolara yakın ceza çıkartmanın ne hukukl ile, ne insaf ile ilişkisi olmaz.
Basit mantığa aykırı hukuk da, mevzuat da olmaz çünkü...
***
Uçak bu kez beni hiç ayak basmadığım bir mekana götürüyor. Liechtenstein. Önce bildik bir yer,
Zürih havaalanı. Ardından yine bildik bir yer Zürih’in Hauptbahnhof’u yani merkez istasyonu. Oradan
İsviçre ile
Avusturya arasına sıkışmış, 160 kilometrekarelik, 32 bin nüfuslu Liechtenstein
Prensliği.
Gazze’nin üçte biri kadar, nüfusu Gazze’nin 50’de biri bir ‘bağımsız’
ülke.
Bu yazıyı Zürih Gölü’nün kenarından kıvrılarak kuzeydoğu yönünde giden bir
trende yazarken tren penceresinden dışarıya göz atarken,
Davos’un bir miktar kuzeyinde
Alpler’de bir yere gittiğimin farkındayım.
Havaalanından bindiğim
Belgrad’lı ve “Miloşeviç’i,
Saddam’ı ve Ahmedinejad’ı çok sevdiğini” söyleyen
Sırp taksi şoförü, Liechtenstein’e gidecek trene binmek üzere istasyona gittiğimi öğrenince, geriye dönüp tuhaf tuhaf yüzüme baktı, “Bankacı mısınız?” diye sordu. Olmadığımı öğrenince, “Ne işiniz var Liechtenstein’da? Oraya vergi kaçırmak amacıyla bankacılardan başkası gitmez ki” diye tepki verdi.
“Bir konferansa gidiyorum” dedim. Hemen siyasete daldı, “Ne dersiniz
Amerika İran’a saldıracak mı? Hemen bahse girebilirim. Bence yüzde 100 saldıracak” diye sohbet açmak istedi.
“Bence yüzde 100 saldırmayacak. Hemen bahse girelim” diye üsteledim. ‘Gittiğim konferans, tam da bu konuyla ilgili. İran’ diye ekledim.
Aslında tam şu sırada
Alman Yeşilleri’nin
Berlin’de düzenlediği iki günlük ve üstelik konuşmacı olarak davet edildiğim “NATO ve bundan sonraki rolü ve işlevi” konulu konferansta olacaktım. Aynı tarihe denk gelen ve tümüyle ‘off-the-record’ olduğu uyarısı yapılan ‘İran’ konferansının cazibesi daha ağır bastı.
Katılımcıları arasında Joschka Fischer’in, çok uzun yıllar Suudi istihbaratının başı olarak
El-Kaide’nin oluşumunda
parmak izleri bulunan Prens Türki el-Faysal’ın ve Humeyni yıllarının İran
Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti’nin isimlerini görünce, “Berlin’i bırak, Liechtenstein yollarına düş bakalım” uyarısına uydum.
Yanıma bir Ayetullah’ın, bir “Allame”nin torunu, Şah döneminin bir büyükelçisinin oğlu,
Amerikan vatandaşı ve Hatemi’den Ahmedinejad’a İran yönetimlerinin
gönüllü danışmanlığını yapmış olan Hooman Majd’in ‘Ayatollah Beg to Differ’ (Ayetullah Farklı Olmak için Yalvarıyor) adlı bugünün İran’ının içerden mükemmel anlatımı olan kitabını almayı
ihmal etmedim. Bir de Ray Takeyh’in ‘Hidden Iran-Paradox and Power in the Islamic Republic’ (Saklı İran-
İslam Cumhuriyeti’nde Paradoks ve İktidar) adlı kitabı ve V.S. Naipaul’un ‘Inside Iran ‘ (İran’ın İçinde) başlıklı röportajıyla ‘entelektüel cephanem’
yerli yerinde.
Alp dağlarının karlı, kuytu bir köşesinde
‘off-the-record’ İran konuşmak, İran’la yatmak, İran’la kalkmak...
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül ile
Tahran’a gitmezden önce yararsız sayılmaz...
***
Hillary Clinton bugün
Türkiye’de ilk kez ‘ABD
Dışişleri Bakanı’ sıfatıyla olacak. Çok şey konuşacak besbelli. Tüm konuşma gündemi içinde İran’ın özel bir yer tutacağından kimsenin kuşkusu yok. International Herald Tribune, dünkü haberine ‘Clinton’un
Ortadoğu turunda tekrarlanan tema İran’ başlığını attı.
Hillary Clinton’un iki gün önce
İsrail’de İran ile doğrudan müzakerelere başlanılması konusunda çok umutlu olmadığını söylediği, ismini saklı tutan ve görüşmelerde yer alan bir Amerikalı yetkili tarafından basına sızdırıldı.
Hillary Clinton, bölgedeki ilk turunda “bölgenin her yerinde İran korkusunun derinliği ile çarpıldığını” söyledi.
Bu İran’a yönelik “diplomatik manevra”nın bir parçası mı, bilinmez. Ama, benim Liechtenstein yollarına düşmeme sebep olan İranlı Amerikalı dostum Kerim Sadjadpour’un, hafta başında Amerikan Senatosu’nda verdiği brifingte gündeme getirdiği şu sorular gayet geçerli:“Diyaloğu savunmak kolay, fakat
şeytan ayrıntılarda gizlidir. İran’da kiminle konuşmalıyız? Ne konuşmalıyız? Konuşmaya nasıl gitmeliyiz? Ne zaman konuşmalıyız?”
Liechtenstein’de bunları ‘off-the-record’ konuşurken,
Ankara, bu konuda Hillary Clinton ile ne konuşacağını, nasıl konuşacağını, “ayrıntılardaki şeytanı”, bütün bunları bilerek konuşacak mı?
Öyle umalım...