Türkiye’de 15 Temmuz’a kadar da bir zulüm, eziyet vardı ama 15 Temmuz sonra sistematik bir hal aldı, ağırlaştı ve yaygınlaştı. İnsanlar malını, mülkünü, bazıları eşini-evlatlarını Türkiye’de bırakıp ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Kimisi zalime yakalanmamak, zulmün kıskacına girmemek için bir “suçlu”, “terörist” gibi denizden, sınırlardan çıkmak zorunda kaldı. Günlerce yol yürüyenler, nehirlerde boğulanlar oldu. Türkiye’deki boğucu-bunaltıcı zulüm ve şeytanlaştırma ortamından kurtulan önce rahat bir nefes aldı. Canını kurtardığına sevindi. Ama bu defa yeni sıkıntılarla mücadele başlayacaktı.
Zira yurt dışında yaşamak, tutunmak, iş kurmak; hatta bir ev kiralamak, banka hesabı açmak bazen ayrı bir zulüm olabiliyordu. Pasaport süresi bitenler, bir yarısı Türkiye’de kalanlar vardı. Türkiye’de kalanlarını düşünmekten psikolojik tedavi görenler az değildi. Yurt dışında yaşananları Türkiye’deki zulümle kıyaslamak mümkün değil ama dışardaki insanlar da büyük imtihanlara muhataplar. Kendisi de yurt dışında henüz “tutunamamış” birisi olarak bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
YURT DIŞINDAKİLER NELER YAPABİLİR?
-Her şeyden önce “mucizevî birşeyler olacak ve biz ülkemize, eski durumumuza döneceğiz ve hayatımıza bıraktığımız yerden devam edeceğiz” düşüncesinden sıyrılmak lazım. Mucizevi bir şey olabilir ama olaylara realist bakarsak bu kısa sürede mümkün görünmüyor. “Döneceğim” düşüncesi geldiğimiz topraklarda tutunmamızı engelliyor; bizi eylemsiz, hareketsiz, bir şey yapamaz kılıyor. Sadece bekleyişte olduğumuz için hazır kaynaklar hızla tükeniyor ve bu durum ayrı bir gerilim oluşturuyor. “Burada tutunmam lazım!” dersek bir arayış, çaba içine girebiliriz. En azından “dönsem bile bir ayağım burada olacak!” demeliyiz.
-Meşgalesizlik, hedefsizlik, eylemsizlik insanı bitirip tüketen bir illet. Küçük-büyük bir iş bulur çalışır, basit de olsa bir yerlerden başlarsak ataletten kurtulabiliriz. Bu durum bize bir miktar gelir yanında yeni çevreler kazandırır, kapılar açar. Ayrıca içinde bulunduğumuz anafordan çıkma fırsatı verir, bir nevi terapi olur. Yapacağımız, çalışacağımız işin çok “itibarlı”, geliri yüksek olması gerekmiyor. Kebapçıda çalışmak, yemek getirip götürmek dahi hayata tutunmaya, adaptasyona önemli katkı sağlıyor. İyi-kötü, küçük-büyük bir işle meşgul olmak intibak sürecini hızlandıracaktır. Eğer geçmişimize, kariyerimize uygun bir işten başlayabilirsek dili hallettikten sonra eski birikiminizi yeniden kullanabiliriz.
-“Ben Türkiye’de şu imkanlara sahiptim, evim şöyleydi, gelirim böyleydi” gibi kıyaslamalar sadece buralara uyum sağlamamızı geciktirir. “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal!” deyip mevcut şartlara göre kendimizi ayarlamalı, duygu ve düşüncemizi realize etmeliyiz. İyi iş veya kötü iş yoktur. Helal-haram kazanç vardır. Alınteriyle, emekle yapılan her iş temizdir. Helalinden hela temizlemek bile ak-pak bir iştir. Yapılan işin ne olduğuna takılmamak lazım. Allah sonra imkan verir ve bizi çok itibarlı işlerde istihdam eder.
-İnsanlar ağır bir travma yaşadı, psikolojik çöküntüler var. Böylesi durumlarda hem de gurbette yalnız kalmak, insanlardan toplumdan uzak durmak tehlikelidir. Kalıcı psikolojik hasarlara neden olabilir. O nedenle gurbetteki herkes kendisine katılacağı manevi bir halka, bir cemiyet bulmalı. Kadın-erkek, çoluk-çocuk herkesin gideceği bir çay muhabbeti olmalı. İmkanlarımızı birleştirip dayanışma ile problemlerimizi çözmeyi öğrenmeliyiz. Kenara çekilmek bizi hayattan, umuttan uzaklaştırır. Böyle arkadaşlar varsa mutlaka bir halkaya katmalı, değilse sıklıkla ziyaretlerine gitmeliyiz. Özellikle hanımlar daha çok yalnızlık çekiyor ve kendi haline kalıyor. Ayrıca onlar olaylardan daha ağır etkilenebiliyorlar. Hanımlarla ilgilenmek, bir yerelere götürmek çok önemli.
-Bulunduğumuz yerleri, beledeleri sevmeliyiz. Eleştirel bakma, herşeyine bir kusur bulma intibakı geciktirir, hatta imkansız kılar. Sevmediğimiz bir yerde iş yapamayız, çevre edinemeyiz. İradi Hicrete gidenlerin hepsinin gittikleri yerleri sevdiklerine şahit olduk. Son dönem muhacirlerinden müreffeh, gelişmiş ülkelerde olmasına rağmen şikayet edenlere rastlanabiliyor. Bunda sürülerek, kovularak çıkarılmanın hasıl ettiği travma etkili olabilir ama bunu aşabilmemiz lazım. Sevmediğimiz bir coğrafyada sevmediğimiz insanlarla yaşayamaz, derdimizi anlatamaz, oralarda hizmet edemeyiz.
-Türkiye’ye ve insanımıza, akrabalarımıza sitem etmek, kahretmek çözüm değil. Biz o insanlarla yine beraber olacağız. Tarih boyunca hakkın müdafaacısı insanların benzer durumlar yaşadığını, dışlanıp ötekileştirildiğini hatırlamak lazım. Yaşananları “Yolun Kaderi” ve imtihanın gereği görmek tahammülü, tutunma iradesini artırır.
-Eğer Cenabı Hak sizin gibi güzel insanları dünyaya yaymak ve tüm insanlığın, coğrafyaların istifadesine sunmak istiyorsa cebri veya rızaya dayalı bu hicret süreci devam edecektir. Geri dönmek yerine burada tutunup sonraki hicret dalgalarında geleceklere ensarlık yapma misyonuna soyunmak lazım. Kanaatimce ülkedeki zorbalık durulacak, baskı azalacak ve bugün hapiste olan pek çok insan da dışarıya çıkacak. Ama bir şekilde yayılmanın, hicretin devamı gelecektir. Bu dalgada gelen insanların hayata tutunup sonrakilere zemin hazırlaması gerekir.
-Buralara gelen insanların çoğunun sermayesi sınırlı. Pek çoğunun tekbaşına iş yapacak durumu yok. Ama 3-5-7 kişi iyi fizibilite edilmiş bir iş için biraraya gelebilirse, sermayelerini emeklerini birleştirebilirse daha rahat iş yapabilirler. Eğer aralarına o ülkeyi bilen yerli veya önceden gelmiş insanları da alırlarsa riski azaltıp, prosödürleri kolay aşabilirler. Ancak bizde ortaklıklar maalesef sıkıntılı olabiliyor. Türk usulü “vira Bismillah” deyip başlıyoruz, yazılı bir anlaşma, planlama, görev dağılımı yapmıyoruz. En kötüsü bir exit-çıkış planımız olmuyor. İşleri hep kazanmaya, iyi gitmeye göre düşünüyoruz. Olumsuz ihtimalleri düşünmediğimiz için de işler sarpa sarınca problem oluyor. Oysa Kur’an bize hem de emir kipinde “borç ilişkisine girdiğinizde onu yazın” (2-282) diyor.
-Sabretmek önemli ama aktif sabır! Bekleyerek sadece bostanlar olgunlaşıyor. Onu da fazla bekletirseniz çürüyor. Hayata karışmak lazım. Ülkenin dilini, kültürünü öğrenmeli, ehliyetini almalı, çevre edinmeye çalışmalıyız.
-Dil biliyorsak bizzat, bilmiyorsak yanımıza dil bilen birilerini alıp Türkiye'deki zulmü anlatmalı, mağdurların sesi-soluğu olmaya çalışmalıyız. Bu zulüm sürecinin bitmesi için insan hakları örgütlerine, yerel, ulusal, uluslararası kuruluşlara, kişilere gidip Türkiye'de yaşananları, kendi hayat hikâyemizi anlatmak en önemli işlerden birisi.
İlk Muhacirler de elbette memleket hasreti çektiler ama Mekke fethedildikten sonra başta Hazreti Peygamber olmak üzere Mekke’ye dönmek yerine Medine’de yaşamaya devam ettiler. Bizler de yarın tatile, gezmeye ülkelerimize gitsek bile buralarda kalmayı düşünmeliyiz. En azından her iki tarafta ayağımız olacak şekilde düşüncelerimizi revize etmeliyiz. Türkiye dışında dünyada çok güzel ülkeler, coğrafyalar var. Hizmet götürülecek, kabiliyeti istidadı müsait çok insanlar var ve bunların pek azına ulaşılabilmiş.
Türkiye’de yaşananlar ve oradaki arkadaşlarımızın çektikleri gurbettekilerin en büyük hüznü. Sabah akşam onlara dua ediliyor. Türkiye’de yurt dışındakilerin rahat olduğunu düşünenler olabilir. Buralardaki insanlar Türkiye’deki kardeşlerinin derdiyle oturup kalkıyorlar; öyle ki buralara tutunamamanın en önemli engellerinden birisi Türkiye’yi düşünmek. İnsanlar bundan sıyrılamıyor.
Allah bize cebri bir hicret kapısı açtı. Bunu Cenabı Hakkın bir ikramı, imtihanı kabul ederek makbul bir Hicrete tahvil edebiliriz. Bulunduğumuz yerlerde tutunabilirsek bu zoraki sürgünü hayatımızda yeni bir başlangıca, taze ve yeni dallara vesile olacak bir sürgüne çevirebiliriz.
Doç. Dr. Mahmut Akpınar / TR724.com