Büyük zatların geleceğe dair sözlerine bakış (1)

Samanyoluhaber.com yazarlarından Numan Yılmaz Yiğit, zaman zaman tartışmaların merkezinde olan bir konuyu 'Büyük zatların geleceğe dair sözlerine bakış' başlığındaki yazısında yorumladı.

SHABER3.COM

İnsanlar tarih boyunca hem uzun geçmişi hem de geleceği merak etmiş ve buna yönelik herhangi bir bilginin insan tarafından bilinip bilinemeyeceğini sorgulamışlardır. Kahinlik, sihirbazlık, arraflık, şamanlık vb. metafizik gelenekler insanların bu meraklarından doğmuştur. Bu uzun geçmişe ve geleceğe yönelik ilginin bir açıdan varoluşsal diğer açıdan da epistemolojik/bilgiye taalluk eden yönleri olduğu söylenebilir. Varoluşsal açıdan insanlar geçmişi; var oluşlarını temellendirmek, anlamlandırmak ve ne tür insani tecrübelerden geçerek yaşadıkları güne geldiklerini bilmek için merak etmişlerdir. Geleceğe yönelik meraklarının temelinde ise genellikle duydukları varoluşsal kaygılar vardır. Uzun geçmişi ve geleceği bilmenin ise epistemik değerini her zaman önemsemişlerdir. Elbette hem taşıdıkları varoluşsal kaygılar hem de uzun geçmiş ve geleceğe dair bilgiler hakkında her zaman ortak bir kabulden hareket etmemişlerdir. Yani bu bilgileri her zaman mutlak ve yanılmaz doğrular olarak görmemişlerdir. Ancak yine de kahinlik, şamanlık ve bunların daha bilimsel verilerle desteklenmiş biçimi sayılabilecek olan müneccimlik gibi mesleklere zaman zaman yüksek toplumsal ve dini statüler vermişlerdir.

İslamdan önce cahili araplar arasında da arraflık, kaiflik, sihirbazlık benzeri kurumlar ve bu işle uğraşan kimseler vardı. Bu tür gelecekten haber veren meslekler genel olarak ‘nübûet’ kavramı ile ifade ediliyordu. Nübüvvet de aynı semantik kökene sahiptir. ‘Nübüvvet’ hem haber veren hem de haber getiren anlamına sahip bir kelimedir. Dolayısıyla uzun geçmişten ya da gelecekten her tür haber verme işlemine ad olmuştur. Ancak İslam vahyi geldiğinde bu kelimeye semantik bir müdahale yaparak anlamını ‘yalnızca Allah’tan haber getirme’ ile sınırlamıştır. Yani içeriğini Peygamberlikle doldurarak, peygamber dışında gaybten ya da metafizik alemlerden haber veren/haber getirdiğini iddia eden tüm bu gelenekleri reddetmiş ve itikadi açıdan sakıncalı ilan etmiştir. Nübüvvet müessesesi bu tür kahinlik geleneklerinin yerini alarak, onların toplumsal, dini ve siyasi statülerini de yerinden etmiştir. Vahiy geldikten ve peygamber zuhur ettikten sonra artık hiç kimsenin gaybten ve metafizik alemden haber vermesi ya da getirmesi dinen meşru kabul edilememiştir. Bu tür ihbaratlar asılsız, mübalağa ve yalan addedilerek meşrutiyeti ortadan kalkmış ve hemen hemen küfre denk bir itikad ve ameliye sayılmıştır. Denebilir ki Nübüvvet sahibi Nebinin cahili toplumda savaş açtığı ve mücadele ettiği cahili kurumların başında bu dini ve toplumsal gelenekler ve inanışlar geliyordu. Bu yüzden İslam; sihirbazlık, kahinlik, şamanlık gibi kadim sahte metafizik gelenekleri yasaklamış ve mutlak gaybı Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ilkesini temel kabul olarak vaz’ etmiştir.

Aşağıda biraz daha detay açıklayacağımız gibi İslama göre gayb iki çeşittir; mutlak gayb ve izafi gayb. Mutlak gaybı Allah’tan başkası bilemez. Ancak O’nun nebi, resul ve dilediği salih kullarından bazılarına bu gaybın ikinci kısmını, yani izafi gaybi bildirebileceği ve bildirdiği hususu da islam alimleri arasında ittifakla kabul edilmiş bir konu olduğunu söyleyelim. Bu kabulden hareketle islam tarihinde yakın ve uzak gelecekle ilgili konuşan alim ve arif şahsiyetler olmuştur. Bu konuşmalarının elbette dayandığı bazı temel kural ve kriterler vardır. Bunlara da birkaç cümle ile işaret edeceğiz. Lakin hemen ifade edelim ki bu konuşmaların epistemik/bilgi değeri hiçbir zaman kesinlik ifade etmez. Yani ilm-i kelamın kriterleri açısından bu nevi bilgiler ister firasete, ister ilhama, ister öngörü, sezgi ve analitik çıkarımlara dayansın kat’î ve yakini bilgi ifade etmez. Yalnızca peygamberin getirdiği bilgi vahye ve doğrudan Allah’ın bildirmesine dayandığı için tartışmasız olarak kabul edilir. Bunun dışında her nevi gaybî/ihbari bilgi subjektif ve bağlayıcılıktan uzak addedilmiştir.

Dedik ki islam tarihi boyunca bazı büyük zatlar zaman zaman gelecekle ilgili hususları dile getirmiş ve tartışmışlardır. Bu büyük alim ve arif şahsiyetlerin verdikleri haberler bazen verdikleri gibi, bazen tasvir ettiklerine yakın çıkmış, bazen de haber verdiklerinin aksi yönde zuhur etmiştir. Bu da eğer takipçileri vardıysa onlar üzerinde yer yer o alim ve arif kişiliğin manevi ve ilmi otoritesini tartışılır kılmıştır. Oysa ki ilm-i kelamın kriterlerine göre zaten bu bilgiler katîyyet ifade etmiyordu. Ancak dinleyen kitleler genellikle ümmi insanlar olunca onlar mutlak ve izafi gayb arasındaki sınırları da bilmediklerinden bu ihbaratı bir inanç gibi sorgusuz sualsiz kabul etmişlerdir. Bu ihbarlar aynıyla veya misliyle çıkmayınca da yakini kanaatleri sarsılmıştır. Tarihte bu tür konuşmalar etrafında çıkan tartışmaların kahir ekseriyeti bu neviden ihtilaf ve tartışmalardır.

İmdi gaybla ve geleceğe dair konuşmayla ilgili sorunu tam olarak ortaya koyabilmek için birkaç soru üzerinden konuya açıklık getirmeye çalışalım;   

        

BÜYÜK ZATLARIN GELECEĞE DAİR SÖZLERİNE BAKIŞ

 

Büyük zatların  geçmişte  gelecek ile ilgili bazı hususları seslendirdikleri görülmektedir. Seslendirilen  bu şeylerin gerçekleşmemesinin  onlara gönül bağlamış bir kısım insanlarda inkisar-ı hayal, ümidini kaybetme gibi durumlar hasıl  ettiği görülmektedir. İşte ‘Üstad ve Hocaefendi şöyle şöyle demişlerdi, fakat her ikisi de ruhlarının ufkuna yürüdüler, dedikleri olmadı, çıkmadı, demek ki dile getirdikleri hususlar (haşa) yalan ve yanlıştı?’ kabilinden sorular. Bu türden düşünceler bazen o zat’a, bazen de onun misyonuna olan güveni sarsmaktadır.’ denilmektedir. Sizlerden biraz sabır rica ederek aşağıda ifade edilen hususlara bir göz atmanızı  rica edeceğim. Öncelikle;

 

1- Kuran ve hadisler açısından  Allah’tan başka  bir kişinin ‘Gayba, Geleceğe’ dair haberler vermesi mümkün müdür?

 

2- İkinci olarak Allah ‘Gayb’ bilgisini kimlere verir/vermez? Bunu izah etmek gerekmektedir.

 

3- Üçüncü olarak da büyük zatlar acaba geleceğe dair haber vermişler midir? Verdilerse nasıl vermişlerdir?

 

4- Dördüncü olarak da  günümüzde bu kabil  geleceğe dair söz söyleyen kimseleri ve söylediklerini hangi kriterlerle değerlendirmek gerekmektedir? Bunları nasıl anlamak lazımdır. Gelin meseleyi bu dört noktadan bakmaya  çalışalım.

 

1-Birinci olarak, malum olduğu üzere geleceği ‘Gayb’ı  bilen yegane Allah’tır. Bu, onlarca Kuran ayetiyle kati ve sabittir. Birkaç misal verilmek gerekirse, “De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başkası gaybı bilmez.” (Neml, 27/65)ayeti ile ‘“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Düşen hiçbir yaprak ve yerin karanlıklarında hiçbir dane yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir.” (En’am, 6/59) verilebilir. Bu  iki ayet  bu hakikatı ifade etmeye kafidir.

 

   2- İkinci olarak, Allah gayba dair  bilgi verme  yetkisini kullarından birilerine verebilir mi? Yine ayetin ifadesine göre “Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu resulden başkasına bildirmez.” (Cin, 72/26-27) Yani Allah’ın bildirmesi şartıyla yine Allah’ın izin verdiği nisbette bazı kullarına  gaybı  bildirir, onlar da bilebilir. Bu ayette geçen ‘Allah’ın razı olduğu Resül’ ifadesi hakkında farklı görüşler ifade edilmiştir. ‘Resul’ kelimesinin anlamının  sadece ‘Peygamber’ olduğuna   göre, Allah'ın gaybı ancak peygamberlerine bildirdiği neticesi çıkar. Buna göre ne bir veli ne de bir kahin gelecekten haber veremez.Verdiği takdirde ‘Küfür ‘olur. Yalnız İmam-ı Gazali (ra) bu konuya bir ilave yaparak  ‘Allah’ın razı olduğu resullerin yanında ona ve getirdiği sünnete ihlas ve istikamet içinde tabii olan, onunla amel eden kimseleri de gaybe dair bir kısım hususlara muttali kılabileceğini’ söyler. Zira Efendimiz’in (as) ‘Müminin ferasetinden korkun çünkü o Allah’ın nuru ile bakar’ (Tirmizi, Tefsiri’l Kuran, 16) buyurduğunu delil olarak zikreder. (İmla, Mülhak İhya-ı Ulumi’d Din, 5/40)

 

    ‘Gayb’ yaklaşık olarak, ‘insan ilminin ulaşamayacağı kadar geçmiş ve geleceğe ait hadiseler’ şeklinde tarif edilebilir. Buna göre, gaybı bilen sadece Allah'dır. Yalnız bu ifadeyi doğru anlamak gerekmektedir. "Gaybı sadece Allah bilir." demek, Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez  anlamına gelmez. Zira yukarıda zikredilen ‘...razı olduğu resulden başkasına bildirmez.” (Cin, 72/26-27) ayeti Allah’ın gaybe dair bir kısım bilgileri rızasına nail olan başta peygamberlere, sonra da farklı mertebelerde, farklı vesilelerle, onlara tabi olan bazı salih kullarına da bildirdiğine işaret etmektedir. Fakat şu da çok önemlidir ki, Peygamberler dışındaki kişilerin  gelecekten bahsetmeleri bir katiyet ifade etmez. Çünkü peygamber olmayanların  bu tür sözleri  söylemeleri vahiy ile değil, bazen Hİss-i kable’l vuku,bazen feraset ve basiret, ‘bazen  Tevil-i ehadis, bazen de ilhamen, keşfen söyledikleri sözlerdir. Bir de ilm-i ledün meselesi vardır.

3- ‘Bunlar nedir?’ denilecek olursa kısa kısa;

 

Hiss-i kable’l vuku; ‘Hadiseleri, olmadan önce hissetme’ diye ifade edilen bir durumdur. Hz Fatıma (ra) vefatını önceden sezmiş ve ona göre kendi defin hazırlığını kendisi yapmıştır. (Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43) Akşemsettin Hazretleri mazi de olmuş bilinmesi mümkün olmayan bir olayı bir rüya ile yani Hz. Eba Eyyub El Ensari'nin kabrini keşfetmiştir. Tâhirü'l-Mevlevi ‘nin anlattığına göre, şehit İskilipli Atıf Hoca  Efendimiz’ (as) gördüğü bir rüya ile subjektif olarak amel etmiş ve idam edileceğini sezmiş, iddianamesini yırtmıştır. Tarihde bu kabil olaylar çoktur. Muhyiddin-i Arabi’nin (ra) meşhur ‘Sin Şın’a dahil olduğu zaman Muhiddin'in kabri ortaya çıkar’ demesi, tarihen sabit bir olaydır. (“Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye”

 

b-   Feraset de olaylardan ve kişilerden yola çıkarak bazı işaret ve alametlerden feraset ve basiretle bir kısım neticeleri önceden sezmedir  ki, yukarıdaki ferasetle ilgili hadis-i şerif bunu ifade etmektedir. ‘Firâset’ konusuyla daha çok ilgilenen sûfîler, bu terimi “ilham” anlamında kullanmışlar ve bazı hallerde onu gaybı bilmenin bir aracı olarak görmüşlerdir. Seyyid Şerîf el-Cürcânî, firâsetin “kesin bilginin keşif yoluyla elde edilmesi, gaybın görülmesi” anlamına geldiğini belirtirken, terimin bu mânasına işaret etmiştir (et-Ta?rîfât, “firâse” md.) Sûfîlere göre firâset sahibi müminin Allah’ın nuruyla bakması Allah’ın o kulun gören gözü olması anlamına gelir. (Kuşeyrî, s. 480, 504) (https://islamansiklopedisi.org.tr/firaset#1)

 

c- Te’vil-i Ehadis, Kuranın Yusuf suresinde (Yusuf sûresi, 12/6) ifade ettiği ‘Tevil-i ehadis’tir. O da ‘Rüyaları yorumlamanın yanında, aynı zamanda, her bir hâdisenin kendi diliyle anlattığı mânâları anlayıp ona göre yorum yapmak, olayların nereye gittiğini, sonunun nereye varacağını doğru okumak’ anlamına gelir.

 

d- ‘İlham’ ise ima ve işarette bulunmak, elçi göndermek, herhangi bir kimse ile bir başkasının duyamayacağı şekilde sırran konuşmak, kesb üstü bir yolla kalblere ilim ve mârifet ilka etmek, hatta sevk-i ilâhî diyeceğimiz çerçevede bazı ruhları ve daha değişik varlıkları farklı yönlere tevcih etmek ve onları bazı işlerde başarılı kılmak, belli hedeflere yönlendirmek. Allah’ın (cc) nefse ilham gönderildiği de, yine Kur’ân’ın beyanları arasında yer alır. (Şems Sûresi, 91/8)  Hz. Peygamber (sav), Husayn adındaki sahâbîye öğrettiği duada, “Allahım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” ifadesi mevcuttur. (Tirmizî, “Da?avât”, 69) Yine Resûl-i Ekrem, Allah’ın kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamd ettiğini açıklamış (Buhârî, “Tev?îd”, 36; Müslim, “Îmân”, 326, 327), “Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer’dir” demiştir. (Buhârî, “Fezâ?ilü a??âbi’n-nebî”, 6, “Enbiyâ?”, 54; Müslim,“Fezâ?ilü’?-?a?âbe”,23) (https://islamansiklopedisi.org.tr/ilham#1)

 

e- “İlm-i ledün”de izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler mânâsına gelir. Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik. (Kehf sûresi, 18/65) ayeti işte bu  bu ilm-i ledün’ den bahsetmektedir. Zira bu ilme mazhar olan zat bir peygamber değil, Allah’ın kullarından, salih bir kuldur.

 

  4- İşte Peygamber yolunun sadık mümessilleri Allah’ın bir lütfu, ikramı, kerameti olarak, yukarıda kısa kısa ifade edilmeye çalışılan ‘‘Hiss-i kable’l vuku, feraset, Tevil-i Ehadis, Feraset, İlham, İlm-i Ledün ‘gibi vesilelerle bazen geleceğe dair bazı hususları seslendirebilirler. Fakat bu nokta da şu hususları göz ardı etmemek gerekmektedir;

 

       a-Bu seslendirmeler katiyen vahiy değildir. Dolayısıyla da bu haberler kesinlik ifade etmediği gibi bu haberleri veren zatlar  da peygamber  değillerdir. Onun için hatadan ari değillerdir. Yani  geleceğe dair her söylediklerinde isabet edemeyebilirler. Bu da onlar için bir nakise değildir. Bu zatların pek çok doğru ve isabetli görüşleri, gözle görülen bunca vesile oldukları diğer hayırlara  en önemlisi en büyük keramet olan istikametlerine bakılarak hüsn-i zan korunmalı, bu türden değerlendirmeleri tek kriter olarak görmemelidir. Müminlere olan sevgi saygı ‘Allah için ‘olmalı, ilmi kerameti, keşfi vs için değil. Bu noktada Üstad Bediüzzaman’ın (ra) verdiği kriter esas alınmalıdır. O da şudur;

 

Bediüzzaman‘ın kardeşi Molla Abdullah ile aralarında geçen bir diyalogda “Bundan kırk sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.” diyerek devam eder:

 

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden Hazret-i Ziyaeddin'nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

"Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var." Beni onunla raptetmek için harika makamlarını beyan etti’ der.Bediüzzaman (ra) ‘Ben de o kardeşime dedim ki: "Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde onu ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin seversin.Yani o unvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı görülse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin.’ Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.” (Kastamonu Hayatı, 11 / 148) buyurarak mümine ve büyük zatlara sevgimizin ‘Allah için’ olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.

 

b- Bu zatların geleceğe dair söylediklerini  Kuran ve Sünnet kriterleri ile değerlendirmek gerekmektedir. Kuran ve sünnet kriterleri ile değerlendiremeyenlerin bu alandaki bir uzmana danışmaları uygun olacaktır. Aynı şekilde bu türden nakledilen sözlerinde Kuran sünnet kriterlerine göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kriterlerle bağdaşmayan bilgi, haber ve söylemler nazar-ı itibare  alınmamalıdır.

 

c-Bazı zatların istikbal ile ilgili söyledikleri sözlerin, bahsettikleri  haberler, içinde bulundukları hal, makam, his, sezgi, keşif, keyfiyet, konjektör  aşısından, o günün şartlarında, ona öyle gösterilse de şartların, konjektörün değişmesiyle veya şartların  henüz olgunlaşmamasına bağlı olarak iptal edilmiş, ileri bir zamana tehir edilmiş olabilir. Bu onların haşa yanlış gördükleri, yanlış söyledikleri anlamına gelmez. Henüz vakti  gelmemiş şartları oluşmamış olarak değerlendirilir. Mesela Üstad Bediüzzaman, ‘Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda Kuranın sedası olacaktır’ demesinin üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen bu söze olan güven hala canlıdır. Zira bunun için bir kısım şartlara ihtiyaç vardır ve bu şartların oluşması zaman isteyen bir husustur.

 

  d- Üstad Bediüzzaman, bazı büyük zatların keşf ve şuhudlarında gördükleri hususları tevil ve yorumlama da  bazen neden  isabet edemediklerini izah sadedinde, ‘Ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhud da ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır.” diyerek On Sekizinci Mektup (2/10) Birinci Mesele-i Mühimme’de bu konuyu  izah etmektedir.

 

Bazen bu  tür hakikatleri dinleyen fakat hangi vasatta, hangi vasatta  ve hangi şartlara bağlı olarak söylendiğini bilemeyen kişiler, duydukları bu tür hakikatlerin hükümlerini bilemediklerinden sadece sözün zahirine göre bir neticeye çıkarmaya çalışabilmektedir. Üstad Bediüzzaman (ra) burada  ehl-i kalb iki çoban  misalini vererek iki farklı alemin hükümlerinin birbirlerine karıştırılmaması gerektiğine vurgu yapar.

 

    Netice olarak büyük zatların yakın veya uzak geleceğe dair sözleri birer hedef, birer gayedir. Bu sözlerle bazen şahıslarını bazen de şahs-ı maneviyi kastederek  dua makamında, bazen reca bazen de bir temenni  olarak, bazen de bir lider konumunda, insanlara ümit verme maksadıyla ilhamen, keşfen, hiss-i kable’l vuku nevinden, tevil-i ehadis kabilinden, Allah’ın hissettirmesi, duyurması ile, içinde bulundukları şartlara, bir kısım koşullara bağlı olarak istikbale ait bazı hususları seslendirebilirler. Fakat bu seslendirilen konular katiyet ifade etmediği gibi, olaylar söyledikleri istikamette zuhur da etmeyebilir. Onun için onlarda hep ‘Allahu A’lem, Allah bilir’ kayıtları ile konuşarak Cenab-ı Hakk’a karşı saygılarını ifade ederler.

 

Not: Yazıya katkılarından dolayı Enes Ergene Hocama teşekkür ederim .
<< Önceki Haber Büyük zatların geleceğe dair sözlerine bakış (1) Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER