Üstad Hazretlerinin Münazaratta dediği gibi, “Her bir Müslüman anladı ki, başıboş değil. Müşterek menfaat ile ve hiss-i mücerred ile diğer Müslümanlarla bağlıdır. Nasıl bir AŞİRET’ten bir adam iyilik yapsa, bütün aşiret bu namus ile iftihar eder, hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. Binlerle aynada görünen bir mum gibi, binlerce olur. O aşiretin hayatî râbıta ve bağlarına nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinayet işlese, aşiretin bütün fertleri onunla bir derece itham altında kalırlar. Mesela, şu meclisteki adamlar, bir iple birbirleriyle bağlı olsalar, bunlar birisi yanlış bir hareket yapsa, arkadaşlarını da beraber düşürecek veya hareket ve sarsıntı vererek taciz edecek. Binaenaleyh şimdi bir günah bir olarak kalmaz, bine çıkar. Bir hayır ayette ifade edildiği gibi ‘Bir habbe, bir tohum gibi ki, ondan yedi sümbül, başak çıktı, her bir sümbülden de yüz habbe’ (Bakara Suresi, 2/261) hükmüne geçer.
Maalesef ipleri, dizginleri cibillî İslam düşmanlarının elinde olan Radikal, terörist anlayışlara sahip İşid, Boko Haram, Nusra gibi anlayış sahiplerinin ‘Allahü Ekber’ diyerek kafa kesmeleri, bütün dünyada dehşet uyandırıyor. Müslümanların alnına simsiyah, kapkara yağlı bir leke gibi çalınıyor. Gerçek Müslümanlar onların yaptıklarından muzdarip…
Halbuki mütevazi bir semazen grubunun Hollanda, Belçika ve Almanya’da yaptıkları sema programları ve bilhassa sema sırasında içten okunan ezanlar gönülleri fethediyor. 170’i aşkın kilise ve katedralde icra edilen bu güzel programlardan sonra konuşan yerliler, ‘Biz, Allahü Ekber sözünü duyunca tüylerimiz diken diken oluyordu. Çünkü bu söz korkunç görüntülü eli kılıçlı kimselerin, vahşice insanların kafalarını kestikleri, hunharca kan akıttıkları sırada söyleniyordu…’ Ama şimdi ezan okunurken Allahü Ekber tatlı bir esinti gibi, kalblerimize doluyor, bizler için mânevî bir haz oluyor!.. Siz bizlere Allahü Ekber’i sevdirdiniz!..” diyorlar.
Aynı sözleri Los Angeles’te diyalog görüşmelerinde namaz vakitlerinde sesli ezanlar, tekbirleri dinleyen başka din mensupları da benzer şekilde ifade ediyorlar: “Bize Allahü Ekber’i sevdirdiniz!..”
Üstad Hazretleri 1953’te, 1911 yılında Şam’da okuduğu Hutbeyi, Türkçe ifade ederken diyor ki: “Ey bu Câmi’deki kardeşlerim ve 40-50 sonraki Âlem-i İslam Mescid-i Kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizden olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani, küçük tâifelerin menfaati, dünyevî ve uhrevî saadet, sizin gibi büyük ve muazzam tâife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslam tâifeleri zarar görüyoruz. Bilhassa ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler işe sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslam taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tembellikte günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Bilhassa 40-50 sene sonra, Arap taifeleri Amerika Birleşik Devletleri gibi, en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslamiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın yarısında, belki ekserisinde, tesisine muvaffak olmanızı İlahî Rahmetten kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşallah nesl-i âtî görecek.
“Sakın kardeşlerim! Zannetmeyiniz ki, bu sözlerimle siyasetle meşgul olmak için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşa! Hakikat-ı İslamiye bütün siyasetlerin üstündedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslamiyeti kendine âlet etsin.
“Ben kusurlu anlayışımla şu zamanda, İslâmî, ictimaî heyeti, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika sureti tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikliği bozulur. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
“Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil.”
Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Bütün insanları düşünmeye mecburdur. (Yalnız kendi çıkarını düşünmeyi değil) İctimaî hayat ile şahsî hayat devam edebilir. Mesela bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği elbise ile kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yansıyamadığından bütün insanlarla fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyet perverdir. Sadece şahsî menfaatine nazarını hasreden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cânî bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakiki özrü olsa o müstesna!”
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu tesbitlerinden anlıyoruz ki, İslâmiyet, yüce prensiplerle fedakârlık duygularını, îsâr hasleti (kendisi muhtaç iken başkalarını düşünmek) gibi başkalarını düşünmeyi ve gelecek nesillerin istifade edeceği maddî-mânevî yatırımlar yapmayı teşvik etmektedir.
Efendimiz Muhammed Aleyhisselam, insanlar öldükten sonra artık amel defterlerinin kapanacağını ama geride kalanların istifade edecekleri köprü, okul, hastane, cami inşâ etmek gibi hayır işleyenlerin, istifade edebilecek bir ilim bırakanların; hayırlı bir evlat yetiştirenlerin amel defterlerinin, onlardan istifade edildiği ve o eserler ayakta kaldıkları müddetçe kapanmayacağını beyan buyuruyor. İşte bu kudsî teşviklerle insanlar yüzyıllarca ayakta kalacak binalar yapmış, hayır hasenat için vakıflar kurmuş ve insanlığın istifadesine sunmuşlardır. Hayırlı evlat yetiştirmek de bu işin esasını teşkil eder. Bizans'a karşı sahabelerin ettikleri savaşta susuzluktan ölmek üzere olan yaralılara su getirildiğinde herkes önce kardeşine su verilmesini istemiş ve hiçbirine su içmek nasip olmadan vefat etmişlerdir. Sahabelerin başından geçen bu olayı daha sonra Batılılar romanlarında kendi insanlarının yaşadığı bir olaymış gibi işlemişlerdir. Bunun kaynağı Kur’an’daki İSÂR HASLETİ’dir…