İhlas Risalesinin Üçüncü Düsturunun son bölümünde deniliyor ki:
'Böyle (Hz. Ali ve Abdülkadir Geylanî gibi) mânevî kahramanları arkanızda zahîr (destek çıkan güç), başınızda Üstad bulmak isterseniz ‘(Kendileri ihtiyaç içinde olup ihtiyaç duysalar bile) o kardeşlerine öncelik verir, onları kendi nefislerine tercih ederler.’ (59/9) âyetinin sırrıyla, İhlas-ı Tâmmı kazanınız.
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize -şerefte, makamda,, teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde- tercih edin. Hatta en lâtif ve güzel bir imanî hakikatı, muhtaç bir mümine bildirmek ki, en mâsumâne zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık (kendi rahat ve zevkini düşünmek) gelmemek için istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyliyeyim” bir arzunuz varsa, gerçi onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat aranızdaki sırr-ı ihlasa zara gelebilir.”
(‘Îsâr hasleti, sahabeler has bir haslet. Yani evlerine gelen misafirin karnı doysun diye kaşıkları yemeğe hiçbir şey almadan götürüp getirmek fedâkarlığı… Zamanla Örnekleri kendinden bu hareket içinde de kendisini göstermiştir. Bu çarpıcı güzellikleri ile bu Hizmet çok hızlı bir şekilde cihana yayıldı.)
Dördüncü Düstur’da Üstad Hazretleri bizlere diyor ki:
“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şükrederek iftihar etmektir.
“Ehl-i tasavvuf arasında, fenâ fiş-şeyh fena fir-resûl” (Yani şeyh’te fani olmak, Resulullah’da fâni olmak) ıstılahları (terimleri) var. Ben sofî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte ‘fenâ fi’l-i ihvân (kardeşlerde fanî olmak) suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna TEFÂNÎ denilir. Yani bir birinde fâni olmaktır. yani kendi hissiyât-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyetleri ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvetir. Peder ile evlat, şeyh ile mürid arasındaki vâsıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.
“Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için, meşrebimiz ‘Hıllet’tir. Hıllet ise, en yakın dost, en fedâkâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimi ihlastır. Samimi ihlası kıran kimse, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.”
“Eğer biz TEFÂNÎ sırrı ile birbirimizin meziyetlerini kendi meziyetimiz gibi görüp kendi şahsiyetimizin ve enaniyetimizin bir buz parçası hükmünde olduğunun farkına vararak Kevser-i Kur’aniden süzülen tatlı büyük bir havuzu kazanmak için, o havuza atıp eritebilirsek çok bahtiyar oluruz. Bu kaynak hiç bitip tükenmez. Çünkü Kıyamete ayarlı bu hizmetin mensupları kıyamete kadar yaptıkları hep bu havuza girecek ve kendini hizmette eritenler bu müthiş ve muhteşem gelirden hep istifade edeceklerdir.
“Evet yol iki görünüyor. Kur’an’ın büyük ana caddesi olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. inşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın kudsî dairesine girenler, daima nura, ihlasa, imâna kuvvet verecekler ve öyle çukurlara düşmeyeceklerdir.”
Hepimize bu ihtar-ı yaptıktan sonra Üstad Hazretleri bizleri ayakta tutacak bir tedbir söylüyor:
“Ey Hizmet-i Kur’aniye’de arkadaşlarım! İHLAS’I KAZANMANIN VE MUHAFAZA ETMENİN en müessir bir sebebi RÂBITA-YI MEVT’tir. (ölümü hatırdan çıkarmamaktır)
“Evet, ihlası zedeleyen, riyaya ve dünyaya sevk eden, uzun emel olduğu gibi, riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran râbıta-yı mevttir. Yani ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desise ve sinsi hilelerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in ‘Hiç şüphe yok ki, sen de (Ey Muhammed ) öleceksin, onlar da ölecekler.’ (39/30) ‘Her canlı ölümü tadacaktır. (Zaten her an tadıp durmaktadır). (3/185) gibi âyetlerden aldığı dersle râbıta-yı mevti sülûklarında (yürüdükleri manevi yolda) esas tutmuşlar uzun emelin menşei olan tevehhüm-i ebediyeti (dünyada ebedi kalma zan ve kuruntusunu) ölüm düşüncesiyle izâle edip gidermişler. Onlar farazî ve hayali bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vaz geçer. Bu râbıtanın faydaları pek çoktur. Hadis’te ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!’ diye bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarik gibi farazî ve hayali suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki âkıbeti düşünmek suretinde, ileride olacakları hazır zamana getirmek değil, belki hakikat noktasında hazır zamandan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.
“Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu ömür ağacının başındaki tek meyveli olan KENDİ CENAZESİNE bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının ölümünü gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür, daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, İHLAS-I ETEMME yol açar.”
Evet, dünyaya kazık çakacak hiç ölmeyecek gibi davranan, cesetlerini mumyalatan, Firavunlar geleneği hep tevehhüm-i ebediyet düşüncesiyle günahları ve zalimlikleriyle ölüp gitmişler. Ölümü düşünenler öyle günahlardan hep uzak duran ihlası kazanırlar…