Faruk Mercan / samanyoluhaber.com
Bir taziye ziyareti üzerine...
On yıl önceydi. İstanbul’da tanıştım Merhum Salih Gülen’le…
İlk dikkatimi çeken şey, üzerindeki çok sade kıyafetlerdi.
Fakirane bir hayat yaşadığı her halinden belliydi. İzmir’de çalıştığı matbaada gördüğüm küçük kardeşi Kutbettin Gülen gibi…
Onlar bu dönemin baş mağdurlarından oldular. Kutbettin Gülen hala zindanda, Salih Gülen vefat etti. Gelecek nesiller dönüp bu döneme bakarken neler hissedecekler acaba?
Her birimiz bir şekilde bu sürecin yaşayan şahitleriyiz. Ya da Ahmet Kurucan’ın son yazısında çok güzel ifade ettiği gibi aslında yaşayan ölüleriyiz bir manada…
Vefat edenlerin, zindandakilerin hüzünleri ve acılarının yüreklerimizde açtığı derin yaralarla…
Bir de yüz binlerce insanın ızdırabını aynı anda kalbinde hisseden Fethullah Gülen Hoceefendi’yi düşünün…
Taziye ziyaretine gittiğim Hocaefendi’ye “Başınız sağolsun” diyemedim… Uzun uzun yüzündeki hüzne baktım sadece....
Hikayesini önümüzdeki günlerde yayınlanacak “Allah Yolunda Bir Ömür” biyografisinde okuyacağınız, 80 yıllık bir hayata sığmayacak bunca acıya, bunca ızdıraba nasıl dayandığını düşündüm.
Ama, kardeşinin vefat haberini aldığı günün sabahında yine talebeleriyle ders halkasındaki yerindeydi, her gün akşam namazı öncesinde misafirleriyle yine toplu dua saatindeydi…
İslam’ın büyük alimlerinin hepsi, tabiri caiz ise, “yaşanmaz bir hayat” yaşamışlar bu dünyada… Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ulema mirasını temsil ediyor işte.
Türkiye’de hiçbir dönemde Hocaefendi’nin aile fertleri bu kadar baskı ve eziyet görmediler. 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra kardeşleri Salih ve Mesih Gülen gözaltına alındılar, işkence gördüler, ama bırakıldılar. Bu gözaltı ve işkencenin hikayesini “Allah Yolunda Bir Ömür” kitabında anlattım.
Hiçbir dönemde sırf Hocaefendi’nin kardeşi, yeğeni diye insanlar böyle tutuklanmadı, gaybubetlerde, gurbet ellerde, zindanlarda bir hayata mecbur edilmediler.
Bu dönemde hepsi yaşandı. Gülen soyadını taşımak yeterli Türkiye’deki idarenin zulmüne maruz kalmak için… Kadınlara ve çocuklara da iliştiler.
Hocaefendi, bu yaşadıklarına “yolun kaderi” diyor ve bu süreçte eziyet yaşayan herkese aynı sabrı, aynı istikameti tavsiye ediyor.
Bazen “yolun kaderi” mefhumunu anlamak zor olabiliyor. Neden ve niçin soruları zihinlerimizi işgal edebiliyor.
Ama, İslam tarihinde dört büyük mezhep imamı dahil, alimlerin ekserisi hep eziyet çekmiş. Bu coğrafyalarda iktidarı ele geçirmek veya daha fazla iktidarda kalmak uğruna yapılanları görmek için Ahmed Cevdet Paşa’nın “Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” kitabına bakmak yeterli… Hapsedilip gözlerine mil sürülen ve öldürülen halifeler, kıyıma uğratılan onbinlerce insan, talan edilen şehirler…
Bırakalım İslam dünyasını, insanlık tarihinde inancı ve düşüncesi uğruna eza ve cefanın her türlüsünü yaşayan o kadar çok insan var ki… Sadece iki örnek vereyim.
Hocaefendi’nin bir kaç defa “Güneş Ülkesi” kitabının yazarı Tommaso Campanella’dan bahsettiğini görünce, Güneş Ülkesi’ni bulup okudum. İlk defa 24 yaşında hapse giren, 71 yıllık ömrünün 35 yılını zindanlarda geçiren Campanella, zincirlere bağlanıp ağır işkencelere tabi tutuluyor, ancak 60 yaşından sonra hapis hayatından kurtuluyor. Defalarca işkenceye uğrayan Campanella, zincire bağlanarak götürüldüğü Napoli’de kalenin içindeki zindana atılıyor, idam cezasına çarptırılınca deli numarası yaparak idamdan kurtuluyor, ama deli olmadığının ispatlanması için 14 ay ağır işkencelere tabi tutuluyor. Elleri arkadan bağlanarak askıda, sivri uçlu odunların üzerinde tutulmak bu işkencelerden biri... Kaçma teşebbüsünde bulununca, 4 yıl zindanda elleri ve ayaklarından zincire bağlanıyor, zindandan yazdığı mektupta, “Penceresi olmayan, rutubetli bir zindana gömüldüm.” diyor. 27 yıl zindanda kalan Campanella, Güneş Ülkesi kitabını bu esaretinde, gardiyanların kendisine getirdiği kâğıt parçalarına yazdı. Güneş Ülkesi, herkesin eşit olduğu, adaletin ve ahlâki değerlerin hâkim olduğu, bilge ve liyakatli insanlar tarafından yönetilen, bilimde ilerlemiş bir toplum ütopyası...
Hocaefendi, dava adamını anlatırken, gerçek dava adamının Campanella gibi elinin teriyle demir parmaklıkları çürütecek güçte olduğunu ifade ediyor. Böyle bir zindan hayatından Güneş Ülkesi’ne ulaşma gücü…
İkinci örnek Nelson Mandela… O da Campanella gibi ömrünün en verimli 27 yılını hücrede geçirdi. Mandela’nın bu hapis hayatının 18 yılını geçirdiği Robben adasındaki hapishanede gardiyanlığını yapan Christo Brand, yazdığı “Benim Mahkumum ve Arkadaşım Mandela” kitabında neler anlatmıyor ki… Bu ada hapishanesinde taş kıran, siyah olduğu için kısa pantolon verilen, yine siyah olduğu için yemeklerde ekmekten mahrum edilen Mandela…
Mandela’nın ziyaretine gelen eşine, eşinin kucağındaki çocuğuna dokunması yasaktır. Gardiyan Christo Brand, kameranın göremeyeceği şekilde hızlı bir hareketle eşinin kucağındaki çocuğunu alıp Mandela’ya verir, onu kucaklamasını sağlar, kameraya yakalanmadan annesine geri verir. İnsan vicdanının galeyana gelerek yasakları ayaklar altına alıp çiğnediği bir andır bu…
Nelson Mandela, “Özgürlüğe Giden Uzun Yol” kitabında, hapisten çıktıktan sonra kendisine bu zulmü yapanlara nasıl muamele ettiğini şöyle anlatıyor:
“Hapishanede geçirdiğim uzun ve yalnız yıllar, özgürlük mücadelemizi, siyah ve beyaz herkesin özgürlüğü mücadelesine dönüştürdü. Bize zulmedenler de bizim gibi hürriyetlerinden mahrumdu. Çünkü önyargı ve nefretlerinin tutsağıydılar. Onları da hürriyetlerine kavuşturmak gerekiyordu. Hapishaneden çıktıktan sonra misyonum buydu. Zulmedeni ve zulme uğrayanı birlikte hürriyetlerine kavuşturmak…”
Nelson Mandela’ya, Hizmet insanları ile tanışmak da nasip oldu. Güney Afrika’da büyük bir okul, yurt tesisinin yanında bir hastane yapılmasını rica eder. Bu ricası yerine getirilir. Ziyaret ettiğim bu tesisteki hastane Güney Afrikalılara bedava hizmet veriyordu.
İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bir tarafta zulmedenler var, diğer tarafta zulme uğrayan, ama insanlık için çığırlar açan, gelecek nesillere ışıklar saçanlar var…
Campanella, Mandale, Fethullah Gülen Hocaefendi gibi…