Bir peygamber varisinin ardından 2

Samanyoluhaber.com yazarlarından Prof. Dr. Osman Şahin 'Bir peygamber varisinin ardından 2' başlıklı yazasında 'sabır' konusunu farklı bir açıdan ele aldı.

SHABER3.COM

Kalbin Zümrüt Tepelerinde, Hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma azimlerinin, sabrın çeşitlerinden biri olduğunu ve buna “Sabr anillâh” dendiğini ifade etmektedirler:

Hocaefendi, vuslat arzusuyla yanıp kavrulan Hazret-i Mevlana’nın, insanın yitirilmiş bir cennetin çocuğu olarak Allah’tan gelmiş ve buraya atılmış bir zavallı konumunda bulunduğunu söyleyip durmasına ve vefat edeceği ana kadar şeb-i arus deyip sürekli iştiyak ateşiyle yanıp tutuşmasına rağmen, hiçbir zaman, “Allah’ım bir an evvel canımı al ki, Sana kavuşayım” şeklinde bir hissiyatı seslendirmediğini ve iradesinin hakkını vererek kavuşma arzusuna karşı sabrettiğini ifade etmektedirler.

Muhterem Hocaefendi de ömrü boyunca ötelere vuslat arzusu ve iştiyakıyla yakıp kavrulmuş bir insan olmasına rağmen, iradesinin hakkını vererek vuslat iştiyakına karşı sabreden Hak aşıklarından birisidir:

“Bu sabırlardan daha öte bir sabır da mukarrabînin, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâline ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a kavuşma adına iştiyakla yanıp kavrulmalarına karşı, ruhlarının ufkuna yürüyecekleri ana kadar dünyada kalmaya sabretmeleridir…

Çünkü bizi buraya gönderen O’dur. Emir edebin hatta aşkın da üstündedir. Aşk, insanı çıldırtsa da, O, “gel” demeden, gelme talebinde bulunma, O’na karşı saygısızlıktır. Bizi burada asker yapan O olduğuna göre, terhis tezkeremizi dolduracak da O’dur. O halde bize düşen, O’nun bu tezkereyi dolduracağı ana kadar dişimizi sıkıp burada kalmaya katlanmaktır. İşte bu da aşk u iştiyak karşısında sabırdır. Ne var ki, böyle bir sabır gerçekten inanmış, inanmanın ötesinde marifette derinleşmiş; derinleşip marifetten muhabbete, muhabbetten aşk u iştiyaka kanat açmış çok büyük zatların işi olduğundan bizim boyumuzu aşkındır.” (Sabır Çeşitleri Arasındaki Münasebet)

 

ALLAH’IM BANA GÜL DEVRİNİ GÖSTERME…

 

Hocaefendi, önceki asırlarda yaşanan baharlar gibi, bu zamanın insanlarına da, Allah’ın (CC) bir bahar yaşatması için hep dua etmiş, koşturmuş ve çabalamışlardır, ama her zaman, bu bahar gelmeden hemen önce kendi canını almasını da ısrarla Allah’tan (CC) istemişlerdir. Aslında, O burada da takipçilerine ayrı bir tevhid dersini vermektedirler:

“Biz, bir yönüyle o hazan esintilerinin tesirinde neşet etmiş insanlarız. Tam bahar görmedik. Kardı, kıştı; yollar yokuştu; güzel şeyler bizlerde sadece bir düştü!.. O düşlerle yaşadık ve bir gün o baharın geleceğine inandık. İnancımızı hiç yitirmedik. “Biz ölüp gidelim; yeter ki millet baharı görsün!” dedik.

Allah’ım! Başkalarına lütfettiğin o baharı milletimize de lütfet! Bir gün öncesinde benim canımı da al! ‘Ben de bu işin içinde vardım’ diye kafama bir şey gelmesin. Ben o baharı görmeyeyim, arkadan gelen nesiller görsün.”” (Bahara Yolculuk (Selam-2)

İNANAN İNSAN BAŞLATTIĞI GÜZEL İŞLERİN NETİCESİNİ GÖRMEYE TALİP OLMAMALI

Hizmetlerinde beklentisiz hareket eden adanmışlara düşen bir diğer husus ise, yaptığı hizmetlerin neticesini görmek gibi beklentilere kapılmamasıdır. Çünkü, neticeleri görmek ve bunlardan faydalanma, aslında hem insanı şirke düşürme tehlikesi içermekte hem de yapılan hizmetlerin karşılığını bu dünyada almak anlamına gelebilmektedir:

Meselenin dine hizmet eden insanlara bakan bir yönü de şudur: Yapılan hizmetlerin neticelerinin görülmeye başlaması insanda farklı duygulara sebebiyet verebilir. En başta insanda kibir, gurur, iç beğeni gibi duyguları tetikleyebilir. Dahası insan alkış, takdir, beğeni beklentisine girebilir. Hatta bir kısım yatırımlar yapma, rahat bir hayat yaşama, hayatın tadını çıkarma gibi düşüncelere Kapılabilir. Halbuki bütün bunlar, yapılan hizmetlerin neticelerini burada yeme, öteye bir şey bırakmama gibi tehlikeleri içinde barındırır. “Yaptığınız güzel işlerin neticelerini burada yiyip bitirdiniz” (46/20) mealindeki ayetin tehdidine maruz kalma ihtimali vardır…

Bu yüzden, Allah’a ve ahirete inanan bir insan, başlattığı güzel işleri kendisinin tamamlamak ve o işlerin neticesini bizzat görmek gerekliymiş gibi bir şartlanmışlık duygusuna kapılmamalıdır.

“Zaferimi, başarılarımı, halkın beni takdir ettiğini göreyim” diye yaşamaktan Allah’a sığınmalıdır. Allah Böyle bir yaşama arzusundan muhafaza buyursun. Evet, peygamber ahlakını takip edenler, yapmaları gerekenleri yapıp işlerinin sona erdiğini düşündükleri anda öteleri arzulamalı ve saygı dolu hislerle Allah’ın takdirini beklemelidirler.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

Yapılan hizmetlerin neticelerini görecek kadar bir yerde kalıcı olmanın yol açacağı çok handikaplar bulunmaktadır. Bu yüzden hizmetler bir seviyeye geldiğinde, artık vazifelerinin tamamlandığı düşüncesiyle kaderin bizleri sevk edeceği yeni yerlerin beklentisi içerisine girme ve yer değiştirme düşüncesi ve arayışı içerisine girilmelidir:

Bu, sadece dünyadan ahirete intikal düşüncesiyle sınırlı bir husus da değildir. Şu hassasiyet de aynı ufkun bir uzantısıdır. İnsanın bu dünyada yaşarken de bir mekânda, bir şirkette hatta bir ülkede yapılan faaliyetlerin neticesini görmeden bir başka şirkete geçip ya da farklı bir ülkeye gidip orada hiç başlanmamış ya da yarım kalmış işlerin altına girebilmelidir. Kaderin onun hakkında tebessümleri varsa zaten onu alır, bu sefer farklı yerlerde değişik hizmetlerde istihdam eder.

 

İnanan insan kaderin sevkine talip olmalı, onu gözetmeli

 

Bir yerde iş kemale erince faaliyetler ahengini bulunca, o kişi kaderi ilahi tarafından başka bir işe sevk edilir. İnanan insan iradesinin hakkını verip elinden geleni yaptıktan sonra kaderin sevkine talip olmalı, onu gözetmeli. Yoksa yapıp ettiklerinin neticelerini görme beklentisi onun için birer plaket gibi olur. Burada alınacak plaketlerin ise ötedeki plaketlerden mahrum olmaya sebebiyet vermesinden korkulur.

Evet, insan Allah yolunda yaptığı faaliyetlerin neticesini görmeme, yaptıklarının semeresini bu dünyada tüketmeme konusunda hassas olmalı, bu konuda en ufak bir beklentiye girmemelidir. Ta ki ihlasını korusun, gururdan kibirden uzak dursun, Allah ile bir iç pazarlığa girmemiş olsun.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)ü

 

“Bizler Hazret-i Üstad’ın varisleriyiz. Hocaefendi ise O’nun vekilidir”

Hazret-i Bediüzzamanın varislerinden ve talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey, Hocaefendi’nin talebelerinden Halid Esendir beye “Hocaefendi nasıl yapıyor bu işi? Belli hizmetlerde bulunan insanlar zamanla bulundukları yerlere sahiplenerek oraları bırakmak istemiyorlar ve bu yüzden aralarında çekişmeler yaşanıyor” diye anlatınca, Halit bey cevaben, Hizmetlerde vazife alanların uzun süreli bir yerde kalmadıklarını ve rotasyona tabi tutulduklarını söylemiş.

Bunun üzerine Mustafa Sungur Ağabey “Bizler Hazret-i Üstad’ın varisleriyiz. Hocaefendi ise O’nun vekilidir. O yüzden Allah (CC) Hocaefendi’yi işlerinde muvaffak ediyor” mukabelesinde bulunmuşlar.

Hocaefendi sürekli yazılarında, vaazlarında ve sohbetlerinde bu konunun önemi üzerinde durmuş, her vesileyle bu hususu destekleyecek argümanları kullanarak etrafındakileri buna inandırmaya çalışmışlardır. Kendisi de bizzat kendi hayatında bunu yaşayarak etrafındakilere göstermişlerdir.

Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle!" (101/12) duası üzerinden bu konuyu bizlere anlatan Hocaefendi de hep “Allah’ım! Başkalarına lütfettiğin o baharı milletimize de lütfet! Bir gün öncesinde benim canımı da al!” diye dua ederek, yapılması gerekeni en güzel bir şekilde ortaya koymuştur.

Vefatıyla, yaptığı duasına icabet edildiğini anladığımız Hocaefendi’nin, aynı duada geçen ve bütün bir insanlık için istedikleri baharın da inşallah çok yaklaşmış olduğunu ümit edebiliriz.
<< Önceki Haber Bir peygamber varisinin ardından 2 Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER