Bir hicret hikayesi: Bolivya Postası

'Bizim bir an önce içinde bulunduğumuz psikolojiden çıkıp pro-aktif faaliyetlerle ve yeni projelerle dünya insanlarının karşısına çıkmamız gerekiyor. Bunu yaparken teamüller gereği, sistem öyle iktiza ettiği için değil de insanı önceleyerek, yeni hale uygun hareket etmemiz ve gençleri daha çok dinlememiz onların önünü açmamız gerektiği kanaatimdeyim.'

SHABER3.COM

Yenihamle.com sitesine gönderilen bir mesajda Pakistan'dan Bolivya'ya geçmek zorunda kalan bir hizmet gönüllüsünün başından geçenler ve ileriye dönük projeksiyonları, tespitleri yer alıyor.

***
Bir Hicret Hikayesi: Bolivya Postası*

Üniversite eğitimimi Türkiye’de tamamladıktan sonra yaklaşık 7 yıl Pakistan’da çalışmak nasip oldu. Sonrasında malum sebeplerden ötürü bizim de cebri lutfi hicret etmemiz gerekti ve tayin yerimiz belli oldu: Bolivya.

Ama bu tayin öncekilere benzemiyordu. Gideceğimiz yerde bizi bekleyen bi okul, kurulu bi düzen yoktu. Görünüşte bu tayine kendimiz karar vermiştik ama her şey ince ince düşünülmüş ve önceden hazırlanmış gibiydi.

Pazar gecesi sabah namazına doğru bir dizi WhatsApp görüşmesinden sonra daha önce hiç esnaflık yapmamış ama şimdi Bolivya’da halı işiyle uğraşan bi abimizle görüştük. “ Hocam, `Gel` demenin bir sorumluluğu vardır ben bu sorumluluğu bilerek sana `Gel` diyorum. Çok büyük olmasa da bi ekmeğimiz var, siz gelirseniz daha küçük parçalara böleriz ama yine de karnımız doyar.” dedi. Bu iki samimi cümleyi duyduktan sonra Bolivyaya gitmek üzere Brezilya uçuşlarına bakmaya başladık.

Fiyat-Uçuş Süresi vs. olarak en uygun uçak bileti Cuma gecesineydi ve ne hikmetse alabileceğimiz bir sonraki bilet en erken 1 ay sonraydı. Yolculuk için hiç hazır değildik. Naparız ne ederiz diye düşünürken ‘Allah Kerim’ diyerek Salı günü o bileti satın aldık. Allah’ın yardımıyla ve Pakistan’lı arkadaşlarımızın desteğiyle 4 gün içinde bütün eşyaları ve arabayı sattık. Cumartesi günü toplamda 20 saat yolculuktan sonra Brezilya’ya vardık. -Oradaki arkadaşlardan Allah razı olsun- Sao Paola’da çok güzel bi 3 gün geçirdikten sonra nihai hedefimiz Bolivya’ya ulaştık.

İlk Pazar günü gazeteden kiralık evlere baktık, ikinci baktığımız ev tezgahtarlık yapacağım halı dükkanına yürüme mesafesindeydi. Evi de beğenmiştik. Çok fazla düşünmeden hemen tuttuk.

Sonra internetten ispanyolca kursu araştırmalarına başladım. Çünkü burada kimse ingilizce konuşmuyordu. Evimizin 200 mt. yakınında çok güzel bi kurs varmış gidip görüştük. Dükkanı 10’da açmak zorundaydım. Bu kursta da 7:10 dan 9:35 e kadar ders alma imkanı vardı. Yine çok fazla araştırmadan bu dil kursuna eşim ve ben kayıt yaptırdık. Nöbetleşe çocuklara bakarak haftada 2’şer gün bu kursa gidecektik. Sonra 5 yaşındaki kızımızı okula göndermek istiyorduk. Yine evimizin 200 mt yakınında insanların çok uzaklarda oturmalarına rağmen tercih ettikleri güzel bi okul varmış. Her şey ince düşünülmüş gibi dedim ya.. bunları ondan anlatıyorum.

Çalıştığım halı dükkanı bir alışveriş merkezinin içindeydi. Akşam saat 10’a kadar dükkanda durmam gerekiyordu. Özellikle haftasonları yoğun olduğu için haftasonu tatil yapamıyordum. Haftada bir gün mutfak alışverişini -ekonomik olması için- semt pazarından yapmam gerekiyordu. Şehirde büyük pazarın olduğu iki gün vardı: Çarşamba ve Cumartesi. Eğer bu pazar haftaiçi başka bi gün olsaydı, buraya gönderiliş gayemize uygun asıl vazifemi ifa etme imkanı bulamayabilirdim.

Asıl anlatmak istediklerim bundan sonra başlıyor…
Çarşamba günleri akşam 6:30’la 8 arası, katılmak isteyen herkese açık, İngilizce “Bible Study” vardı. Hem ingilizce pratik yapmak hem de çevre edinmek için bu “Müzakereli İncil Okumaları”na katılmaya başladım. Bu programlarda Nurlardan ve HE’den paylaşımlar yapma imkanım oldu.

Bu derslerden  birkaç şey paylaşmak istiyorum:

İlk katıldığım derse biraz geç kalmıştım. Müzakere edeceğimiz ayetler Yuhanna İncilinin başlarındaki, Yahudilerin Hz. İsa’nın mucizelerine tanık oldukları halde ona inanmakta tereddüt etme tavırları ile alakalıydı. Bu sohbeti kursun müdire’si yönetiyordu.  Herkese kağıt kalem dağıttı ve “Okuduğumuz yerde İsa’ya inanan ve inanmayan insan prototipleri vardı. Şimdi kağıdı iki bölüme ayıralım. İnanan ve inanmayanların özelliklerini herkes kendisi yazsın.” dedi.

Sonra herkesten yazdığı şeyleri okumasını istedi. Gelen yorumlarla sanki Nurlar’daki İman-Küfür Muvazeneleri okunuyor gibiydi.

“İnanmayanlar mağrurdur, kendi nefislerine düşkündür, tutucudur, yeniliklere kapalıdır. İnananlar ise mütevazidir, önce diğer insanları düşünür, yeniliklere açıktır. Yahudiler Hz. İsa’nın, atının üzerinde gelip herkesi kılıçtan geçiren güçlü kuvvetli bir hükümdar gibi olmasını bekliyorlardı. Ama o halkın içinden, bizden birisiydi. Halkın en düşük gelirli kesimi nasıl yaşıyorsa o da öyle yaşıyordu. O yüzden iman etmekte zorlandılar.” gibi dersler çıkardılar.

Sonra mevzu “inanan cesurdur, inanmayan korkaktır, her olaydan korkar ve kendi derdine düşer” e geldi. Burada kursun müdire’si “Eğer savaş çıksa, ne bileyim Çin’de de olsam; Allah’ın benimle olduğunu, beni gördüğünü bilip inandıktan sonra niye korkayım ki, hiç bi şeyden korkmam” dedi.

Diğer derslerden de anlatacak çok şey var ama burada kesip geçen haftaki derse geçiyorum:

Geçen Haftaki Dersten…

“Ben gerçek asmayım ve Babam bağcıdır. Bende meyve vermeyen her çubuğu kesip atar, meyve veren her çubuğu ise daha çok meyve versin diye budayıp temizler. (….) Bende kalın, ben de sizde kalayım. Çubuk asmada kalmazsa kendiliğinden meyve veremez. Bunun gibi, siz de bende kalmazsanız meyve veremezsiniz. Ben asmayım, siz de çubuklarsınız. Bende kalan ve benim kendisinde kaldığım kişi çok meyve verir. Bensiz hiç bir şey yapamazsınız. Bir kimse bende kalmazsa, çubuk gibi dışarı atılır ve kurur. Böylelerini toplar ateşe atar ve yakarlar.” (Yuhanna 15)

Bu derste her şeyin ya bizzat güzel ya da sonuçları itibariyle güzel olduğunu, çünkü her şeyin Allah’tan geldiğini konuştuk. Başımıza gelen her musibette bi hikmet olduğunu, bizi bizden daha iyi bilen ve seven Allah’ın bizim için en güzel kaderi tayin ettiğini söyledik.

Mevzuyu dönüp dolaştırıp Sohbeti Canan’a getirmemiz ve hep bu bilinçle yaşamamız gerektiğini; ancak bu sayede canlı kalabileceğimizi ve meyve verme fonksiyonumuzun devam edebileceğini aksi taktirde sadece ateşte yanmaya layık kuru odunlar haline geleceğimizden bahsettik.

Bu Haftaki Ders….

“Dünya sizden nefret ederse sizden önce benden nefret etmiş olduğunu bilin. Dünyadan olsaydınız, dünya kendisine ait olanı severdi. Ne var ki, dünyanın değilsiniz; ben sizi dünyadan seçtim. Bunun için dünya sizden nefret ediyor. Size söylediğim sözü hatırlayın:  ‘Köle efendisinden üstün değildir.’ Bana zulmettilerse size de zulmedecekler.” (Yuhanna 15)

Bu hafta yine müdire hanım ayetleri okuduktan sonra herkese kağıt kalem dağıttı. Katılımcıları ikişerli gruplara böldü. Sayfayı üçe ayırmamızı ve ayette geçen NEFRET ve DÜNYA kelimelerini aşağıdaki 3 şekilde ifade etmemizi istedi.
– Definition (Tanımı)
– Actions (Bizde uyardığı hareket ve davranışlarımıza yansıması)
– Intensions/Desires (Niyetlerimiz ve Arzularımıza yansıması)

Yine herkes 10-15 dk yazdı. Nefret’i güncel örnekle ifade ettiler. Dünya’yı da “Allah’ın dışında kalan ve bizi Allah’tan uzaklaştıran her şey, para mal mülk şehvet şöhret” olarak tanımladılar. Ayrıca “insanların çoğunluğu” da dünya olarak tanımlanabilir dediler.

Kursun müdiresi -kelimesi kelimesine aktarıyorum- herkesi sevmemiz gerektiğini, nefret edeceksek insanlarla aramızdaki nefret duygusundan nefret etmemiz gerektiğini çünkü bunun bizi Allah’tan uzaklaştıracağından bahsetti. (nurlardaki adavete düşmanlık etmek bahsi)

Amerikalı bir kız öğrenci, birisinden çok nefret ettiğini ama kendisi gibi inançlı birisinin insanlardan nefret etmemesi gerektiğini bildiğini ama ne kadar uğraştıysa bunu aşamadığını bir Papaz’a anlattığını söyledi. Papaz Efendi’nin de ona: “O kişiye her gün dua et, insan dua ettiği birisinden nefret edemez.” tavsiyesini verdiğini, bu şekilde bu  nefretini yendiğini anlattı.

Sonra metne geri dönüp Dünya’nın Hz. İsa’dan nasıl nefret ettiğini konuştuk. Sürekli çilelerde ızdırapla dolu bir hayat yaşadığından bahsettiler. Ve herkesin kendisine bu soruyu sormasını istediler: “Biz hiç bu uğurda eziyet gördük mü? Arkadaşlarımız ya da ailemiz bizi her pazar kiliseye gittiğimiz için, incil okuduğumuz için dışladı mı?” Bunun üzerine kendi hayatlarından örnek verdiler. Eğer bu böyle olmadıysa iyi bir hristiyan ve Hz. İsa’dan değilizdir dediler.

Şimdi size bu kursa gelen ve Bolivya’da yaşayan Amerikalı ve Kanadalılardan bahsedeceğim..

Kursta hep yirmili yaşlarda 5-6 Amerikalı ya da Kanadalı öğrenci oluyor. 2 yıllık koleji bitirdikten sonra ya da liseden sonra eğitimlerine ara verip 6 aylığına ya da 1 yıllığına Bolivya’ya İspanyolca öğrenmeye ve hizmet etmeye geliyorlar. Haftaiçi sabahları kursa geliyorlar. Öğleden sonraları ve Haftasonları ise yetimhanelere gidip öğrencilere ders anlatıyorlar. Hapishanelere gidip mahkumlarla ilgileniyorlar. Kiliselerdeki programlarda hayır faaliyetleri yapıyorlar. Bu sayede de İspanyolca pratik yapıp dili çok güzel şekilde öğrenip ülkelerine dönüyorlar.
Kursta yine Amerikalı ya da Kanadalı 40lı – 50li yaşlarda çiftler oluyor. Çocuklarıyla birlikte gelip kısa süreliğine buraya yerleşiyorlar. Yine öğrenciler gibi misyoner faaliyetlerinde aktif çalışıyorlar. 6 ay/1 yıl sonra ülkelerine geri dönüyorlar. Özellikle 40 yaşın üzerinde olup da bu yaştan sonra dil mi öğrenilir diyen abilere duyurulur.. Burada çok örneği var :)

Bazı aileler de bir daha dönmemek üzere buraya gelmişler. Ticaret yapmışlar, iş kurmuşlar, yerelleşmişler. Mesela geçen ay bi abimizin evini tuttuğu evsahibi, bizim abiye ‘Yerel bir kabilenin dilini öğrendiklerini artık eşiyle beraber gidip o kabileyle beraber yağmur ormanlarında yaşayacaklarını, bu yüzden evi kiraya verdiklerini’ söylemiş.

Bir kaç durum tespiti ve sorular:

1-  Ben Konya’lı mutaassıp bir ailenin çocuğu olarak yetiştim. İlkokulu hizmet kolejinde okudum. 4’üncü sınıftan bu yana da hep ışık evlerin havzalarında büyüdüm. Öğrencilikten sonraki hayatım da Pakistan’da geçti. Hem aile çevresi hem de hizmet ortamı olsun hep “üst akıl, Amerika’nın Oyunu, Batılılar, Aleviler, Ermeniler vs.” gibi komplo teorilerine maruz kaldım.

Ne yazık ki; insanın önce insan olduğunu, Allah’ın kim olursa olsun ‘öteki insanlar’ı da bizim gibi eşref-i mahluk olarak yarattığını ve bizim kurtuluşumuzu aslında o insanların kurtuluşuna bağladığını.. her kesimin içinde iyi ve kötülerin olduğunu.. bir hristiyanın Allah inancı’nın ve bu konuda ortaya koyduğu cehdin müslümanların ortalamasından fazla olabileceğini ve bu inancının hayatındaki belirleyici rolünün bu kadar etkili olabileceğini buraya gelince öğrenebildim..

2- Kursun müdiresi her hafta orjinal bir teknikle karşımıza çıkıp İncil’de bahsi geçen mevzuları adeta katılımcılara yediriyor. Derste herkes aktif katılımcı. Kimse uyuklamıyor, fikir cehdiyle bahis mevzu ayetleri anlamaya ve diğer katılımcıların anlamasına çalışıyor.
Benim bir müslüman olarak katılmamı hiç yadırgamadılar, çok memnun oldular.

Şimdi kendimize soralım:
Bizim bulunduğumuz yerlerde periyodik olarak her hafta Kuranı Kerim’i, Nurları ya da Kalbin Zümrüt Tepelerinden bir bahsi böyle derinlemesine irdelediğimiz, ruhlarımıza yedirdiğimiz (yerel dilde ya da ingilizce) bir programımız var mı?

Varsa buna gönüllü olarak değil de; abi/mahalle/maaş baskısıyla, ‘yaptık mı? yaptık’ şekilciliğiyle ya da adettendir diye mi geliyoruz?

Bu programın yöneticisi her hafta orjinalliğini koruyabiliyor mu?

Bu programa sadece  ‘bizim mahallenin insanları’ mı geliyor? Kapımız herkese açık mı? ‘Gelmek isteyen gelsin’ değil de kim olursa olsun bi sandalye çekip rahatlıkla yanımıza oturabiliyor mu?

3- Buraya gelen öğrenciler ve aileler tamamen kendi hür iradeleriyle bunu seçmişler. Tamamen sivil, şeffaf ve gönüllü olarak buralarda hizmet ediyorlar. Herhangi bir maddi kazançları yok. Kimseye diyet borçları yok. Kimse onlara ne yapması ya da yapmaması gerektiğini söylemiyor. Bu anlamda hesap ya da haber vermeleri gereken bi otorite de yok. Her ne yapıyorlarsa ihlas-ı etemmle:) sadece Allah rızasını gözeterek yapıyorlar. Tamamen kendi kararlarıyla buralara gelip yerleşiyorlar, iş kuruyorlar ve sadece inançlarının yönlendirmesiyle hayatlarını dizayn ediyorlar.

Ne yazık ki daha önce bu diyarlara bizim esnaflarımızdan gelen olmamış.

Şimdi bu insanlar bu hizmetlerini nesiller boyu yaparken bizim arkadaşlarımız -özellikle parası, tecrübesi ve zanaati olan esnaflarımız- herhangi bir yönlendirme olmadan kendileri bi ülkeye gidip “ben bu dine hizmet edecem” diyebilir mi?
Bunu dedikten sonra gittiği yerde daha önce oraya gitmiş bi abi varsa “ya kardeşim niye gelince haber vermiyorsun, niye kendi başına iş yapıyorsun, niye haftalık toplantılara gelmiyorsun” diyip o arkadaşı baskı altına alma ve böyle devam ederse onu ‘daire dışına çıkmış’ ilan etme ihtimali nedir?  

Neden bi yerde 3-5 esnaf olunca hemen oraya 2-3 arkadaş daha gönderelim “1 abi 6 mütevelli olsun, haftada bir gün mütevelli bir gün de manevi olsun” şekilciliğine girme ihtiyacı duyuyoruz?
Bu Allah’ın emri mi ki? Böyle olunca imanımız ihlasımız mı artıyor?
Bulunduğumuz beldede bu geleneksel rutinleri tesis edip herkesi uydurunca üzerimizdeki bütün sorumluluk kalkıyor mu?
Bu rutine uyunca kendimizi iştirak-i a’mâl-i uhreviyeye dahil mi kabul ediyoruz?

Mesela  ‘Arkadaşların Ramazan ayını şöyle şöyle geçirmelerini, şunları şunları yapmalarını istiyoruz.’  cümlesindeki özne, biz diye ifade edilen kimlerdir? 
Allah’tan başkasına kulluğu zinhar kabul etmeyeceğimizi her fırsatta ilan eden bizler neden özgür sulh adacıkları oluşturarak  -lafta değil gerçek birer Hadim olup- insanların gönüllerine girmek yerine böyle sunî otorite icadlarına ihtiyaç duyuyoruz?
Elimizdeki hakikatlere mi güvenmiyoruz?

“Allah Ramazan ayında bunu yapmamızı istiyor, Efendimiz bunu yapmış, O’nun bu asırdaki varisleri de böyle pratiğe dökmüş, şimdi biz nasıl yapalım?” deyip özgür bir ortamda herkesin hür fikrini alıp çoğunluğun kararına uymak -Efendimiz böyle yapmışken, Hocaefendi her fırsatta bunun böyle yapılacağını dile getirirken- neden abilerimize bu kadar zor geliyor?

SON OLARAK..

Elimizi çabuk tutmazsak “DİN ELDEN GİDİYOR !”
Eğer bu mütevazi ve donanımlı, Ehl-i Kitap insanlar önyargısız bi şekilde Kuran’la, Nurlarla ve Hocaefendi ile tanışırlarsa ya da üstadın anlattığı gibi kendi dinlerinde bir tasaffiye giderlerse Allah bu nurunu onlarla tamamlayacak demektir.
Şaka bi yana, bizim bir an önce içinde bulunduğumuz psikolojiden çıkıp pro-aktif faaliyetlerle ve yeni projelerle dünya insanlarının karşısına çıkmamız gerekiyor. Bunu yaparken teamüller gereği, sistem öyle iktiza ettiği için değil de insanı önceleyerek, yeni hale uygun hareket etmemiz ve gençleri daha çok dinlememiz onların önünü açmamız gerektiği kanaatimdeyim.
Ve tabi hayatımızı buna göre dizayn ettiğimizi iddia ettiğimiz gaye-i hayalimizi tekrar gözden geçirip acilen ve ciddiyetle özümüze dönmemiz, Nurları ve Hocaefendi'nin düşüncelerini gerçekten ihtiyaç hissederek hayata hayat yapmamız gerekiyor.

*Bu yazı yenihamle.com'da yayınlanmıştır
<< Önceki Haber Bir hicret hikayesi: Bolivya Postası Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER