“Kızım, en sevdiği kırmızı entarisini giymişti o gün. Sevinçliydi, çünkü dayısına götüreceğimi sanıyordu. Minik ve yumuşacık sol eliyle, sağ elimden tutmuş, küçük bedenini ileri geri hareket ettirerek oyunlar oynuyor ve beraber ilerliyorduk sıcak kumlar üzerinde. Önceden belirlediğim kuyunun başına gelmiştik. Durduk. Evladıma kuyuya bakmasını söyledim. Hiçbir şeyden haberi olmayan yavrucağım, bakarken, bir tekme ile onu kuyuya fırlattım. (Tam burada boğazı düğümlendi, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ağlama uğultuları mescidin her yanını kapladı. Nefesini kontrol edip anlatmaya devam etti.) Nasıl olduysa, son anda eliyle kuyunun kenarından tutundu ve ‘Babacığım üzerin tozlanmış’ deyip bedenimdeki çöl kumlarını temizlemeye çalışıyordu…”
610’lu yıllar, yer Peygamber meclisi.
Cahiliye devrinde kız çocuğunu kuyuya atıp öldüren adam böyle anlatıyordu insanlık tarihinin karanlık vakasını. Hz. Muhammed (sas) de gözyaşları damla damla sakalından süzülürken olayı tekrar anlattırıyordu ‘pişman’ babaya: “Bir daha anlat” diyordu, “Çocuğu nasıl öldürdün, bir daha anlat.” Elim vaka tekrar anlatılıyor ve meclistekiler gözyaşlarına boğuluyordu…
Hazreti Peygamber (sas) anlattırıyordu ki, (muhtemel) ‘asırlar sonra, getirdiği inanç değerlerine inanacak kesim içinde en katı kalpli olanlar bile böyle zalimce bir şeyi yapmasın. Bırakın yapmayı aklından dahi geçirmesin!’
Çünkü O’nun (sas), tebliğcisi olduğu inanç sistemine göre (hangi şart ve sebep olursa olsun) günahsız masum yavrulara, kadınlara ve yaşlılara ‘dokunulamazdı’ ve ‘hayat haklarından en küçük bir kısıtlama yapılamazdı’.
Biraz sonra tekrar açmak üzere bu kareyi dondurayım ve kalemimi günümüz hapishanelerinden herhangi birinde ‘annesiyle tutuklu bulunan’ bir bebeğin eline tutuşturayım:
Bugün ‘herkes’ adına konuşacağım küçük bedenimle yaşadığım hapishaneden!
Benim adım Leyla. Ya da Şule deyin siz. Ahmet veya Fatih de olur…
Anlayacağınız, henüz bir ismim yok benim. Çünkü doğumumda, (eğitimci olan) babam hapisteymiş. Annemi de hastane kapısında beklemiş polisler. Tutuklamak için. Anlayacağınız, babamla annem ben doğunca, isim belirleyip adımı koyacak kadar birbirlerini görememişler bile…
Annem, ameliyatlı haliyle, hastaneden hapishaneye götürülürken sürekli, ‘Allah’ım yardım et! Yalnız ‘Sen’im var benim!’ diye dua ediyordu.
Şimdi annemle bir hapishane odasında yaşıyorum. Odanın küçük bir penceresi var, ama çok yukarıda. Tavana yakın. Gökyüzü bile görünmüyor. Burası çok pis ve havasız. Dünyanın her tarafı böyle kirli mi bilmiyorum ama böyleyse dünya çok kötü bir yer anlaşılan.
Ben doğunca annemle beni buraya getirmişler. Hastaymış ve çok üzülmüş. Üzülünce, sütü kesilmiş ve ben süt içemeyince hep aç kalıyorum. Acıkınca da ağlıyorum.
Ağlayınca buradaki bazı teyzeler anneme bağırıyor, ‘Sustur şunu!’ diyorlar… Annem böyle azar işitince daha da üzülüyor ve sürekli ağlıyor. Gözyaşları bazen benim yüzüme de düşüyor…
Teyzeler böyle bağırınca, ben de çok korkuyorum ve korktuğum için ‘konuşmayı öğrenemiyormuşum’. İsteklerimi ‘işaretle’ anlatıyormuşum. Bu da hayatım boyunca bir travma halinde yaşamama sebep olacakmış. Travma ne demek bilmiyorum ama kötü bir şey galiba.
Burada benim için ayrı yemek vermiyorlar. Bırakın yemeği ekmek bile vermiyorlar. Anneme verilen yemek ikimiz içinmiş. Ne annem doyuyor ne de ben. Bazı güzel teyzeler yemeklerini annemle paylaşmasalar iyice mahvolacağız.
Ara sıra, ‘Bu çocuğun hiç oyuncağı yok mu?’ diyorlar, ‘Oyuncak olsa biraz oyalanır, susar diyorlar’. Ama ben oyuncağın ne olduğunu bilmiyorum daha…
Dedim ya burası çok pis bir yer. Bu ortamda ben sürekli hasta oluyorum. Ama hasta olsam da doktora gidemiyorum. Çünkü doktor yok. Doktora gitsem de ilaçlar ancak günler sonra geliyor.
Burada başka bir sorun ise yatak eksikliği. 20 kişilik yatak var ama burada 30 teyze var. Ben de annemle aynı yatakta yatıyorum.
Ben bir erkek çocuğuyum. Burada benim hiç erkek arkadaşım yok. Hep kadınlarla beraber yaşıyorum. Bu durum ‘cinsel kimlik bunalımına’ sebep oluyormuş. Bazen kadınların yaptığı ‘ağda’, ‘makyaj’ gibi şeyleri ben de yapmak istiyorum. Bir gün elimdeki ruju dudaklarıma sürerken annem kızdı bana. Ama sonra sarıldı ve ağlamaya başladı…
Babamı henüz tanımadım. Neden gelmiyor bizi görmeye bilmiyorum. Annem, ‘Baban da tutuklu yavrum.’ diyor. ‘Tutuklu’ ne demekse… Babam iki üniversite mezunu bir eğitimciymiş. Annem de öğretmen. Ben gelecekte ne olacağım bilemiyorum!
Öğrendim ki, hapishanelerde benim gibi, yani 0-6 yaş arasındaki çocuk sayısı tam olarak 560’mış. Bunları nereden mi biliyorum? CHP milletvekili Gamze İlgezdi diye bir teyze araştırmış, Emin Çölaşan diye bir amca da köşesinde yazmış, işte oradan.
Ben yine şanslıymışım! Çünkü ben annemle beraber tek çocuk olarak yaşıyorum. Birden fazla çocuğu ile hapiste olan anneler de varmış. Hem de 44 kişi…
Ne istemem gerekir bilmiyorum ama galiba bize yardım edilmeli. Ve biz hapisten çıkmalıyız.
İtikadımca ‘Müslüman’ olarak doğdum; lakin ‘hiçbir suçum olmadığı halde’ beni hapse atanlar da kendilerine ‘Müslüman’ diyormuş!
Ben anlamadım bu işi vesselam…
Sözün bittiği yerdeyiz aslında.
1400 küsur yıl önce, ‘evlatlarını’ diri diri toprağa gömüp katleden cahiliye nesli insanlarının filmlerini defalarca seyredip, hayatlarını okuyan ve onları lanetle anan günümüzün ‘siyasal İslamcıları’ şimdilerde ‘kendi cahiliye zulümlerini’ seyrettiriyor ümmete.
Bilmem ki, bu zulümlere imza atan veya bir tepki göstermeden seyreden bu insanlar, getirdiği inanç değerlerine inandıklarını söyledikleri Peygamber’in (sas) yüzüne nasıl bakacaklar!
Hele ki sorsa Peygamber (sas), ‘Bir daha anlatın! Yeni doğmuş bebekleri, lohusa kadınları, 80’indeki dedeleri hapse atıp nasıl öldürdünüz! Bir daha anlatın…’ cevabınız ne olacak çok merak ediyorum!..
Şemsi Açıkgöz / Kronos.news