Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Bediüzzaman'ın yüzleşmesi
Çağlayan dergisinde M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Yüzleşme” ile ilgili olarak seri halinde çok ibretli ve enfes yazılar yazıyor, dersler veriyor. Ben de bir hatıramı anlatarak Üstad Bedizzaman'dan bir yüzleşme aktarmak istiyorum… 1967 yaz tatilinde dört arkadaş İzmir’den Edirne’ye gönderilmiştik. Orada, daha önce M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin son kaldığı evde kalıyorduk. Bir ara ziyaretimize Hocaefendi de gelmişti. Bir sabah dersinde İbrahim Kocabıyık arkadaşımız On Yedinci Lem’anın On İkinci Notasını gözyaşlarıyla okumuş, bizim de gözlerimizi buğulandırmıştı… Ağlatan ifadeler şunlardı: “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Halık-ı Kerimim! Benim su-i ihtiyarımda (irademi yanlış kullanmamla) ömrüm ve gençliğim zâyi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar zillet verici, dalâlet verici vesveselerdir… Bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli (utanan) yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşâhede göre göre, gayet sür’atle, sağa sola inhiraf etmeden (dönüp sapmadan), iradesiz bir tarzda, vefat eden ahbab, akran ve akrabalarım gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden (ölümlü diyar, dünyadan) ebedî bir ayrılıkla, ebedü’l-âbâd (tükenmez ebedî hayat) yolunda kurulmuş, açılmış ve evvelki menzil ve birinci kapıdır. Bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, (kesin bir yakînî ilim ile anladım ki,) helâk olucudur, gider ve fânidir, ölür. Bilmüşâhede, içindeki mevcudat dahi birbiri arkasından kâfile kâfile göçüp gider, kaybolur… Bilhassa benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddar, mekkarder (hilebazdır): Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
“Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim, “HER GELECEK YAKINDIR sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki; yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla vedâ eyledim. Kabrime yönelip giderken, Senin rahmet dergah ve huzurunda, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle (konuşan diliyle) bağırarak derim: El-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın utancından kurtar!
“İşte, kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerinde durdum. Başımı Rahmet Dergâhına kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!
“İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi edip uğurlayanlar beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini bekliyorum. Bilmüşahede gördüm ki, Senden başka sığınak ve kurtuluş çaresi yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekanın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Amân, el-Amân! Ya Rahman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlâhî! Senin Rahmetin sığınağımdır ve Rahmetten li’l-Âlemin olan Habîbin (S.A.S.) Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şikayet değil, belki nefsimi ve hâlimi Sana şikâyet ediyorum.
“Ey Hâlık-ı Kerimin ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun, masnûun (sanat eserin) ve kulun hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alil (hasta), hem zelil, hem kötü, hem yaşlı, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedâmet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin Rahmetine iltica edip sığınıyor. Hadsiz günah ve hatalarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrahimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka Mâbûd yoktur ki, ona iltica edilsin! Lâ ilâhe illâ Ente… Sen birsin. Senin hiçbir ortağın yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed (S.A.S.), Allah’ın Resulüdür.”
Üstad Hazretlerinin bu yüzleşme ve yakarışın başında şöyle bir notu var: “Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben âdetin hilafına olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münâcâtını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü Allah’ın rahmetinden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tövbe ve nedâmetleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte on üç sene evvel (1920), dağdağalı, ruhî bir fırtına neticesinde, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılap edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münâcat ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:” dedikten sonra işte İbrahim Kocabıyık Kardeşimin ve bizim gözlerimizi yaşartan o bölüm geliyor…
İnşaallah öyle güzel hissiyatla okur ve hissemizi alırız.