Fikret Kaplan
‘Said Nursî’ye evimi kiraya verdikten sonra Isparta’da bütün gözler üzerime çevrilmişti. Şehirde herkes bu kadın ne zaman tutuklanacak diye dedikodu yapmaya başlamıştı. Yakın akrabalarım; ‘Bu kadın evini nasıl, hangi akılla Bediüzzaman’a kiraya verir’ diye benim adıma endişeleniyorlardı. Zaten o yıllarda korku, gizli bir elektrik akımı gibi bütün kalplere sirayet etmişti.
27 Mayıs darbesinden sonra oğlum Süleyman tarafından jurnal edilerek, Nurculuk propagandasından dolayı, Isparta Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildim. Risale-i Nur’un tarihinde, ilk defa mahkemeye çıkarılan hanım olma şerefini kazanmıştım.’
***
Bediüzzaman Said Nursi, 1952 yılında İstanbul’daki Gençlik Rehberi Mahkemesi’nden beraat ettikten sonra bir müddet Emirdağ’da ve daha sonra Eskişehir Yıldız Palas Oteli’nde kalır. Fakat talebeleri bu durumdan rahatsızdır. Kendisini Isparta’ya davet ederler. Üstad Bediüzzaman, 1953’ün Mart ayında, Isparta’ya gelip Bakırcılar Çarşısı’nın tam ortasındaki bir otel odasında kalmaya başlar.
Fakat, çarşıda bakır kap imalatı yapıldığından çok fazla gürültü olmaktadır. Temizliğe çok dikkat eden Üstad için otel yenidir; ama aynı zamanda da rutubetlidir. Hem Bakırcılar Çarşısı’nın gürültüsünden hem de yeni yapılmış olan otelin rutubetinden rahatsız olduğu için Emirdağ’a gitmek istediğini söyler.
Üstad’ı Emirdağ’a göndermek istemeyen Nur Talebeleri için en mantıklı yol ona kiralık bir ev bulmaktır. Fakat, Said Nursi ismini duyan her ev sahibi, korkudan evini ona kiraya vermek istemez. Tam ümitsizliğe kapılacağı bir an Tenekeci Mehmet Efendi devreye girer:
“Bizim mahalledeki Fitnat Hanım’ın evi boş. Onun rahmetli eşi benim asker arkadaşımdır. Ben onunla konuşurum” der.
Gerisini evin sahibi Fitnat Güngör Hanım şöyle anlatıyor:
“Rahmetli eşimin asker arkadaşı Terzi Mehmet, evimin kiralık olup olmadığını sorduğunda kiralık olduğunu söyledim ve evin aylık kirası için elli lirada anlaştık. Terzi Mehmet’e evi kim için kiraladığını sormadım. Evimi her yaz olduğu gibi bu yaz da Antalyalılar için kiraladığını sanmıştım.
Aradan bir hafta geçmişti ki kiralık olarak verdiğim evden Terzi Mehmet ile üstünde siyah uzun bir cübbe, başında sarık, boynunda beyaz bir atkısı olan yaşlı bir zatın da içinde bulunduğu bir grup adam çıktı. Gurup içindeki yaşlı zatı hayretler içinde izledim. Burada böyle giyinen birini ilk defa görüyordum. Gruptakiler önümden geçerken aralarında evimi kiraya verdiğim Terzi Mehmet de vardı. Heyecanla ve merakla Terzi Mehmet’e seslendim. Terzi Mehmet, bana dönüp daha sonra yanıma yaklaştı: ‘Buyurun yenge hanım!’ dedi. Elimle işaret ederek: ‘Bu giden yaşlı zat kim?’ diye sordum. Terzi Mehmet, yumuşak ve kısık bir sesle: ‘Evini kiraya verdiğin Bediüzzaman Said Nursî’dir’ dedi. Bu ismi daha önce duymuştum, ama onun nasıl biri olduğunu bilmiyordum. Bir an içimde bir daralma, kafamda da sorular belirmeye başladı. Kafam, bakkal defteri gibi karmakarışıktı…
Rüştiye Mektebi’nden (ortaokul) mezun olmuştum. Bir süre sonra Ahmet Efendi’yle evlendim. Süleyman adını verdiğimiz bir oğlumuz dünyaya geldi. Daha yirmi yaşımdayken eşim Ahmet Efendi, vefat etti. Oğluma sıkı sıkıya sarılarak hayata tutunmaya çalıştım. Onun geleceği için hayatımı ona vakfettim. Oğluma yeri geldiğinde baba, yeri geldiğinde anne oldum. Onun mutsuz büyümemesi için bir daha evlenmedim.
Said Nursî’ye evimi kiraya verdikten sonra Isparta’da bütün gözler üzerime çevrilmişti. Şehirde herkes bu kadın ne zaman tutuklanacak diye dedikodu yapmaya başlamıştı. Yakın akrabalarım; ‘Bu kadın evini nasıl, hangi akılla Bediüzzaman’a kiraya verir!’ diye benim adıma endişeleniyorlardı. Zaten o yıllarda korku, gizli bir elektrik akımı gibi bütün kalplere sirayet etmişti.
Oğlum Süleyman bir öğle arası evin kapısını kırarcasına yumruklayarak çaldı. Koşarak kapıyı açtığımda karşımda biricik oğlum Süleyman yırtıcı bir canavara dönüşmüş gibi duruyordu. Gülümseyerek: ‘Ne oldu oğlum? Bir şey mi var?’ diye sordum. Oğlum Süleyman’ın ağzı alev saçarak bana: ‘Sen nasıl olur da evi Said Nursî’ye kiraya verirsin!’ diye bağırmaya başladı. Süleyman, elini yumruk haline getirerek işaret parmağıyla Üstad’ın evini göstererek: ‘Hemen, şimdi onu bu evden çıkaracaksın!’ dedi. ‘Bu Kürt’e evini niye kiraya verdin? Yoksa bu Kürt’le mi evleneceksin!’ diyerek beni tahkir ediyordu. Hayatımın 24 yılını onun için heba ettiğim evladım bana ağza alınmayacak hakaretler savuruyordu. İğneyle kazdığım kuyum bir anda dolmuştu. Yıllardır büyüttüğüm ağacım kurumuştu. Oğlumun sevgisiyle doldurduğum gönül barajım patlamıştı. Artık kalbimin sarayında oturan oğlum Süleyman’ın güneşi sönmüştü. Kendimi toparlayarak, bir anneden çok onurunu koruyan bir kadın olarak: ‘Oğlum Süleyman! Beni iyi dinle. Bütün dünya toplanıp üstüme gelse Bediüzzamanı bu evden çıkarmam! Beni paramparça etsen de o bu eve kalacak!’ dedim. O günden sonra oğlum Süleyman benden küsüp bir daha evime gelmedi. Nur Talebeleri, oğlum Süleyman’la aramda geçen olayı kısa zamanda öğrenmişti. Nur Talebeleri, bana gelerek: ‘Sen üzülme! Bundan sonra senin evlâdın biziz! ne olur üzülme’ deyip bana yıllarca gerçek evlât gibi sahip çıktılar.
Risale-i Nurla tanıştıktan sonra içimdeki boşluk ve sıkıntıları, hanımlar arasında hizmete katılarak atlatmıştım.“
Bediüzzaman Said Nursi, yedi numaralı bu evde tam yedi yıl kalacak ve Isparta’daki bu evi dünyaya yayılan Hizmetlerin merkez üssü gibi görecekti. Bu yedi yıl zulümlerle, keder ve acılarla geçmiş; nihayet bir Mart ayında Fitnat Güngör Hanım’ın kapısı çalınmıştı:
“1960 yılı 20 Mart günü kapım çalındı. Kapıyı açtığımda bir Nur Talebesi: ‘Üstad sizi çağırıyor.’ dedi. Aceleyle hazırlanarak hemen üst kattaki Üstad’ın evine çıktım. Üstad karyoladaki yatakta gözleri kapalı, baygın bir halde uzanıyordu. Nur Talebeleri de başında üzgün bir şekilde bekliyorlardı. Gözlerini zor açarak: ‘Hemşirem! Allah’a ısmarladık. Bana duâ edin, rahatsızım!’ dedi. Beni helâlleşmek için çağırdığını anlamıştım. Yedi yıllık komşuluk hakkı için benimle vedalaşıyordu. Üstad, zor duyulan bir sesle: ‘Bu kaldığım ev, medresemdir. Bu medreseyi alemi İslam’ın medresesi hükmünde görüyorum!’ dedikten sonra iki Nur talebesi koluna girerek onu yataktan kaldırdı. Bir daha dönmemek üzere bu evden, medresesinden ayrılıyordu. Urfa’ya doğru yolculuk için hazırlıklar yapılmıştı. Zaten ayrılık keskin bir bıçak gibi hep derine saplanırdı. Yüreğimdeki acı kendini gözyaşlarıyla ifade ediyordu. Gözyaşlarım canımdan parçalar koparırcasına başörtümün üstüne dökülüyordu. Sanki ruhum bedenimden ayrılıyor da acım ha bire artıyordu. Kalbim sıkıştı. Ayrılığın ölümden daha zor olduğunu acı çekerek öğreniyordum. Üstadın odasından ayrılırken Tahiri Abi’ye: ‘Üstad bu sefer yerini aramaya gidiyor. Halinden belli, ebedî mekânını aramak için buradan gidiyor!’ dedim.“
Tahiri Mutlu Ağabey, o gün evde nöbetçi kalacaktı. Ev sahibi Fitnat Hanım, Bediüzzaman Said Nursi’yi bir daha görmemek üzere yolcu ediyordu. Üstad, hasta haliyle acele ediyor:
“Kardeşim! Rüyamda dedem Hz. İbrahim’i (as) gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı. Çabuk olun!” diyordu.
20 Mart 1960 saat tam dokuzdu. Evin önündeki caddede iki polis bekliyordu. O zaman hükümet bildirisi olarak radyoda ‘Said Nursî’nin Emirdağ veya Isparta’da oturması tavsiye olunur.’ diye yayın yapılıyordu. Polisler, Bediüzzaman Ankara veya İstanbul’a gider diye çok korkuyorlardı. Onun için daima iki polis bekliyordu kapıda.
Araba hareket etmeden, ev sahibi Fitnat Hanım, tekrar arabanın yanına gelir.
Üstad:
‘Hemşirem Allah’a ısmarladık, bana dua edin, çok rahatsızım.’ der ve araba hareket eder.
Garajdan çıktıklarında yağmur yağıyordu. Onun için polisler ortada görünmüyordu. Üstad’ın yanında yolculuk yapan Zübeyir Ağabey ve Bayram Yüksel Ağabey, en çok Konya Valisi’nden endişe ediyorlardı. Çünkü gazetelerin baş manşetlerinde, ‘Nurcuların kökünü kazıyacağım.’ diye her gün aleyhte sözleri çıkıyordu.
Polisler bir müddet sonra durumdan şüphelenince hemen kapıya yüklenirler. Tahiri Mutlu Ağabey kapıyı açmayınca polisler bu sefer ev sahibesine gelirler:
‘Teyze, Hocaefendi ne zaman gitti, nereye gitti, biliyor musunuz?’ dedikleri zaman, Fitnat Hanım polislere:
‘Ben bekçi miyim, ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya! Siz bilmiyorsunuz da ben mi bileyim?’ der…
Ve, Bediüzzaman Said Nursi, 23 Mart 1960’ta Urfa’da bir otel odasında dünya adına bir evi, dikili bir ağacı olmadan göçer gider... Cenazesi Halilürrahman Dergahı’nda, İbrahim Kadallah Mescidi'ndeki kubbelerden birine gömülür.
Onun vefatından yaklaşık iki ay sonra 27 Mayıs darbesi gerçekleşir. Darbeyle birlikte başta Risale-i Nur talebeleri olmak üzere, samimi Müslümanlar’a tekrar çok ciddi tazyikler, sıkıştırmalar ve zulümler başlar.
‘27 Mayıs darbesinden sonra oğlum Süleyman tarafından jurnal edilerek, Nurculuk propagandasından dolayı, Isparta Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildim. Risale-i Nur tarihinde, ilk defa mahkemeye çıkarılan hanım olma şerefini kazanmıştım. İki yıla yakın süren mahkemem 16.03.1962 tarihinde beraatımla sonuçlandı.’ Diyerek bu süreçte yaşadığı sıkıntıları ifade eder Fitnat Hanım…
Evet, o Risale-i Nur'un tarihinde, ilk defa mahkemeye çıkan hanımdı. Isparta Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmişti. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra zulmün hüküm sürdüğü o günlerdeki mahkeme heyeti bugünkilerden daha vicdanlıydı. Birisinin eşi, kızı, çocuğu babası diye topluca soykırıma uğramıyordu.
Isparta Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi Sıtkı Cebesoy ve azalardan Cemal Özdoğan ile Mehmed Kayran, Fitnat Güngör'ün beraat kararını şöyle ilan etmişlerdi:
"Ölen Said Nursî'nin kiracı olarak maznun Fitnat Güngör'ün evinde oturması sebebiyle maznunun, Said Nursî'ye karşı bir manevî bağlılığı bulunduğu, fakat maznunun laikliğe aykırı, devletin içtimai, iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarını kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil, tanzim, sevk ve idare ve bu maksatlarla dinî veya dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanınan şeyleri âlet ederek menfaat sağlamak maksadıyle propaganda yaptığı görülmediğinden, suçun sübutu hakkında da mahkemeye tam ve kat'î bir vicdanî kanaat husule gelmemiştir.
Elde edilen kitaplar da okunması ve bulundurulması yasak olan kitaplardan olmadığı, bu deliller hüküm ve tesisine kafi görülmemiştir."
İki yıla yakın süren mahkemeden sonra beraat eden Fitnat Hanım’ın derdi evladıydı. Herkesin elinden tutarken evladının kendi elini itmesi onu çok üzüyordu:
"Oğlum her zaman içimde bir yara olarak beni rahatsız etti. Oğluma karşı olan şefkatim bir zehir gibi bütün bedenime yayılarak beni yataklara düşürdü. Bir anne olarak oğlumu, bütün kötülüklerine rağmen seviyordum. Onun imana gelmesi için çok dua ettim. Ama yıllarca görüşemedik. En son haberini aldığımda intihar etmişti. Bir anne olarak günlerce oğlumun günahları için ağladım ağladım…"