Emine Eroğlu / TR724 - Başkasının yerine utanmak
İnsanın yaradılıştan getirdiği utanma duygusunu (haya-yı nefsî) yetiştiği çevrede yitirmişti bazıları.
Bazıları aile terbiyesi bile görmemiş, imandan gelen utanma duygusunu da (haya-yı dinî) yalancı siyasetin çarkları arasında öğütmüşlerdi.
Bir “mekteb-i edep”te tahsil görmemiş, kalp kalesine yol bulup girememişlerdi.
Belki öyle bir kalenin varlığından bile haberdar değillerdi.
İnsanın insanlıktan nasîbi, hayâdan hissesi ölçüsündeydi ya, hayadan hisseleri olmadığı için insanlıktan nasipleri de yoktu.
Yüz çoktan yırtılmıştı da, astar meğer hiç yoktu.
Efendimiz’in (sav) “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” [1] hadis-i şerifini doğrulamak için ellerinden geleni ardına koymuyor, “hayâ” ve “hayat”ın birbirine bakan kelimeler olduğunu ispatlarcasına dokundukları her şeyi kurutuyorlardı.
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi
“Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi [2];
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz, bütün sermâyesi!..”
dediği gibi Âkif’in, işlerini kızarmayan bir yüzün pişkinliği ile hallediyorlardı. “Cahil ve zalim”diler ve zulüm ve cehaletleri hayasızlıklarını besliyordu. Küçük şeylerin peşinde koştukları için değer üretemiyor, herkesi kendi seviyelerine indirerek mağlup etmeye çalışıyorlardı.
“Münafıklar sana geldiklerinde: ‘Biz, senin Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik ederiz’ derler. Allah da senin Kendisinin elçisi olduğunu elbette bilir. Bununla beraber, Allah, onların bunu söylerken yalan söylediklerine şahitlik eder.” [3] âyetinde işaret edildiği gibi doğruyu bile yalan olarak söylüyorlardı.
“İnsanoğlu eğer edepli değilse insan değildir./ Hayvanla insanoğlu arasındaki fark edeptir. / Gözünü aç ve Allah’ın kelamını baştan başa gözden geçir! / Göreceksin ki ayet ayet bütün manasıyla Kur’an bir edep kitabından ibarettir!” diyen Hazreti Mevlânâ onların çağında yaşamış olsaydı, (tüm insan-ı kamiller gibi) onu da tehdit olarak algılayacak, itibarsızlaştırmak için çamur atacak, aleyhinde rapor yazdıracak, ellerinden geliyorsa zindanlarda süründürecek, sevenlerine kan kusturacaklardı.
O kadar divâneydiler ki…
Tutarlılık gibi bir dertleri hiç olmadı.
O kadar divaneydiler ki, divânelerle hemdem olmakta bir beis görmediler.
Bedevilik yarıştırırken bile hallerinden çok memnun görünüyorlardı.
Sorsan onlardan iyisi yoktu. Âlem onlara gülerken onlar da âlemi beğenmiyordu.
Karanlıkla karanlık, şirretle şirret, yobazla yobaz, sefihle sefihtiler.
Memleketin bütün haram yiyicilerine, haydut, eşkıya ve yol kesicilerine makam mansıp dağıttılar.
Ne yapıp etti, yalancı siyasetle toplumun ar perdesini yırttılar.
Kendilerini gizlemeye ihtiyaçları kalmamıştı artık. Şuuraltı müktesebatlarını taşan bir lağım kuyusu gibi ortaya döktüler. Meğer bunca yıl kendilerini ne çok baskılamış, içlerinde ne çok heves ve ihtiras biriktirmişlerdi. Zihinleri nasıl da kokuşmuş bir çöp yığınıydı!
“Bu ev öyle bir ev ki putçu Azer’in, /Saysan her nefesine bir put düşer” diyordu ya şair [4], Hazreti İbrahim’in yetiştiği ortama dikkat çekerek.
Çağ, Süfyaniyete evrilince her nefese bir değil binler put düşüyor; küstahlık ve pervasızlık saraydan sokaklara doğru akıyordu.
Toplumun Aynîleşmesi
Ve sonunda istedikleri oldu. Taşıdıkları bütün mikrobu ülkeye yaydı ve milleti bir hezeyan topluluğu haline getirdiler.
Zulüm, tüm tarafgirlerini aynı utanmazlığın içine çekti.
Kimse kimseden utanmıyordu, zira birbirlerine aynaya bakar gibi bakıyorlardı.
Utanan herkes için “sağ bırakmayın” çağrıları yapılıyordu.
Adalet öyle bir adalet, emniyet öyle bir emniyet, akademi öyle bir akademiydi.
Sadece aynı kareli ceketi giymiyor, hayasızların dilediğini yapma özgürlüğü ile aynı cürümleri irtikab ediyorlardı.
Ölüyü mezardan çıkarıyor, bebekleri lohusa anneleri ile zindana atıyor, çocukları taciz ediyor, yeni hapishaneler yaparak ekonomiyi canlandırmaktan söz ediyorlardı.
Artık nifak tek milletti…
Kur’an-ı Kerim’i Ezberleyip Unuttular
Abbâsiler dönemi sosyal yapısı aç gözlüler ve tufeylîler (başkalarının sırtından geçinenler) sınıfını doğurmuştu. Dönemin bu toplumsal hastalığı, meşhur obur Bunân’la mizahi bir karaktere bürünüyordu.
“Kurân-ı Kerim’i baştan sona ezberledim, sonra iki kelime hariç hepsi bana unutturuldu.” diyordu Bunân. “O iki kelime nedir?” diye merak edenler için cevabı hazırdı:
“Yemeğimizi getir!” [5]
Sanıyorum AKePe iktidarı sosyal yapısı da ortaya çıkardığı “arsızlar ve yüzsüzler” zümresiyle anılacak. Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip işlerine gelmeyen ayetleri unutanların doğurduğu kökü derinlerde bir zümre; “Allah’ın ayetlerini pek ucuza satanlar zümresi.”
Ve bu utanmazlardan geriye kopkoyu bir utanç duygusu kalacak.
Utanmayanların toplumun diğer kesimlerine ve tarihe miras bıraktıkları bir utanç.
“Yıkılıp giden hayâ hissinin utancı.”
DİPNOTLAR:
[1] Buhârî, enbiyâ 54, edeb 78
[2] Vaye: Nasip, kısmet, behre
[3] Münafikûn Suresi, 1. Âyet
[4] Sabah Kara, Doğu Ağıtları
[5] Kehf Sûresi, 62. Âyet’ten