Asırları aydınlatan Kerbela kandilleri
HARUN TOKAK
Köyde gece sessiz bir nehir gibi akıp gidiyordu.
Derviş Odasının içine dolan ıslak yağmur kokusu, emektar sobanın üzerinde kaynayan güğümün buharlarına karışıyordu.
Gri paltosuyla Mehmet Hoca girdi içeri. Her zamanki yerine oturdu.
“Üstad Bediüzzaman diyor ki” diye başladı sözlerine.
“Baharda şiddetli yağmur ve fırtınalar olur. Bu yağmur ve fırtınalar; bitkileri, tohumları ve ağaçları harekete sevk eder. Farklı farklı, renk renk, güzel kokulu çiçekler açarlar.”
Kerbela ve sonrasında yaşananlar İslam tarihi için tam bir kırılma noktası oldu.
“Daha, ümmetin arasından ayrılışının üzerinden yarım asır geçmeden Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı iki emanetinden biri olan Kur’an’ın emirleri Kerbela’da pervasızca çiğnenmiş, İslam’ın kurucu kuralları makam ve saltanat uğruna yok sayılmış; “Ev Halkım” dediği ikinci emaneti de yeryüzünden bütünüyle silinmek istenmişti.
Bu vahim durum İslam dünyasını sarstı, kendine getirdi.
Tarihçilerin tespiti ile, “Büyük insanların yetişmesinde, büyük olayların, büyük değişmelerin ve sosyal çalkantıların rolleri vardır.”
Kerbela’nın keder yüklü yağmurları istidatları ve yetenekleri canlandırırdı.
Kanla sulanan toprak mümbittir, verimlidir, vefalıdır, sıcaktır.
Bir ana kucağı, bir baba ocağı gibidir.
Fırtına ve kar, çiçekleri öldürebilir ama tohumları asla...
Hele o tohumlar, yeryüzü ehlinin en asil ailesi olan Ehl-i Beyt delikanlılarının soylu kanlarıyla sulanmışsa.
Şiddetle çalkalanan ve sarsılan o asırda; gayretler ve istidatlar uyandı. İmam Malikler, Ahmet bin Hanbeller, İmam Şafiler, İmam Azamlar gibi büyük müçtehitler, emsalsiz muhaddisler, yüksek hadis hafızları ve Beyazıd-ı Bestamiler, Harakaniler, Abdülkadir Geylaniler, Hoca Yusuf Hemadaniler, Ahmet Yeseviler, Şah-ı Nakşibendiler, İmam Rabbaniler gibi mana âleminin büyük velileri yetişti.
Ehl-i Beyt’in yaşadığı acılar Kerbela ile sınırlı kalmadı.
Sonrasında da Ehl-i Beyt’e ve sevenlerine dünya dar edildi.
Emevi iktidarının zulüm ve baskılarının ardı arkası kesilmedi.
Ehl-i Beyt’ten olanlarla görüşmek, konuşmak yasaklandı. Yokluğa mahkûm edildiler.
Ama tohum direndi. Bir yudum su erişmese de güneşin ısısını duymasa da kanla sulanmış tohum, yangınla kıraç kalmış toprakta direndi. Sessizce olgunlaşıp büyüdü.
Gittikçe artan baskı, zulüm ve horlamalar sonucunda Allah’ın takdirine teslim olan Ehl-i Beyt yeni ülkelere hicret etti.
Kıymetleri bilinmediği zaman tıpkı dedeleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi, yeni insanların diyarlarına, yeni ülkelere hicret ederek asıl işleri olan İslam’ın ışığını yeni sinelere ulaştırmanın derdine düştüler.
Kader, Kerbela’da saltanatın yolunu kapayınca, velayetin aydınlık yollarına vurdular kendilerini.
Arılık ırmağı, bir bağdan bir başka bağa doğru aktı da ışık, bir kandilden diğer kandile geçti.
Çünkü Allah’ın takdirine teslim olmak zaaf değil, güçtü.
Kerbela’nın kederlerinden tutuşan kandiller yollara düştü.
Ülke ülke ulandı. Orta Asya bozkırlarına, Maveraünnehir’e, Horasan’a, Türkistan’a kadar ulaştı.
Buralarda yaşayan, temiz ahlaklı ve cesur atalarımızla tanıştılar.
Daha Kerbela’nın üzerinden dört yıl bile geçmemişti ki Mekke’de İmam Hüseyin’i aylarca evinde misafir eden Kusem bin Abbas, Orta Asya topraklarındaydı.
Kusem, Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas’ın oğlu ve Hazreti Hüseyin’in sütkardeşiydi.
Hazreti Ali’nin hilafetinde Mekke valiliği yapmıştı.
Bugün türbesi Semerkant’tadır.
Halk arasında “Şah-ı Zinde/Yaşayan Sultan” olarak anılır.
Türkistan’ın ilk medresesi onun türbesinin yanında inşa edilmiştir.
Yine, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret esnasında,“Bir peygamber şehre girerken sancaksız olmaz.” diyerek başındaki beyaz sarığı çıkarıp sancak yapan Büreyde el-Eslemi ve arkadaşı Hakem el-Gıfari Asya topraklarına koşanlardandı.
Yine, Ahmet Yesevi’nin irşadı için Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Türkistan’a gönderildiğine ve ashabın önde gelenlerinden birisi olduğuna inanılan Aslan Baba, Orta Asya’nın ilk kandillerinden oldu.
İslam’ı tanımak için Türkistan’dan Arabistan’a geldiğine ve Hazreti Ebu Bekir ile görüşerek İslam’ı kabul ettiğine inanılan, ozanların piri namıyla ün salmış olan Korkut Ata ve Semerkant yakınlarında medfun bulunan Çoban Ata, Türk mürşitlerinin adı bilinen ilk öncülerindendir.
Türkler, Emevilerin Arap ırkçılığına dayalı İslam anlayışlarına karşı Ehl-i Beyt’in sevgi ve hoşgörüye dayanan İslam prensiplerini sevdi ve benimsediler.
İslam akıncılarına Anadolu kapılarını açan Sultan Alpaslan, Sultan Sencer gibi yiğitler, bu gün türbesi “Horasanın Ka’besi” diye anılan soyu İmam Ali’ye dayanan Hoca Yusuf Hemadani’nin gönül otağında yetişen alperenlerdendi.
Türk hükümdarlarının halka adaletle muamele etmelerinde ve merhametle davranmalarında bu gönül sultanlarının rolü büyüktü.
Karahanlılar’dan Gaznelilere, Selçuklu’dan Osmanlı’ya intikal eden bu soylu ilişkinin ilk örneklerini Selçuklu sultanı Sultan Sencer ile Yusuf Hemadani arasında görürüz. Bu ilişki Selçuklu mirası üzerinde yükselen Osmanlı asırlarında da aynı hassasiyetle devam etmişti. Osman Gazinin yanında Şeyh Edebali, Fatih’in yanında Akşemseddin, 4. Murad’ın yanında Aziz Mahmut Hüdai gibi gönül sultanlarının bulunuşu bu soylu geleneğin devamıydı.
Ehl-i Beyt’in siyaset ve imarete bulaşmamış arı duru İslam anlayışı, Hoca Yusuf Hemadani’nin talebesi olan Ahmet Yesevi dergâhında binlerce insanın gönlüne girmeyi başardı.
Orta Asya’da onun etkisi ile oluşan kültür ortamına “Horasan Okulu” ve bu okulda yetişen velilere de “Horasan Erenler”i denildi.
İrşat faaliyetleriyle, İslam’ın yeni merkezi haline gelen Asya bozkırlarının hemen her yerleşim yerinde dergâhların yükseldiği bir devir başladı.
Ahmet Yesevi’nin dergâhında yetiştirdikten sonra Hint kıtasından İdil boylarına, Çin Seddi’nden Tuna Boylarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tebliğ ve irşat göreviyle görevlendirdiği dervişlerin sayısının 99.000 civarında olduğu söylenir.
13. yüzyılda Kazak bozkırlarından başlamak üzere tüm Türk yurtlarını kasıp kavuran Moğol fırtınası da bir nevi Türk yurtlarının Kerbela’sıydı.
Kalabalık Türk oymakları, karşı durulması imkânsız gibi görünen bu fırtınanın önünden doğudan batıya doğru sel gibi akarken, etkin unsurunu Horasan okullarının oluşturduğu manevi akımları da taşıdılar.
Kerbela’nın kederlerinden tutuşan kandillerin aydınlığında nebean eden bilgelik ırmağı, bu vesile ile Orta Asya’nın bu bereketli topraklarından Anadolu’ya aktı.
Moğol istilasının, dalga dalga İslam dünyasını kasıp kavurduğu o tufanda Anadolu’ya gelen mana sultanlarından biri de soyu Hazreti Hüseyin’den gelen Hazreti Mevlana’dır.
Onun yaşadığı devir, günümüz İslam Dünyası gibi karışıklıklarla doluydu.
Selçuklu yıkılışın eşiğindeydi.
Horasan ekolünün bilgi ve kültür ortamında yetişen erenlerden bir diğeri ise Hacı Bektaş-ı Veli’dir.
Ahmet Yesevi Hazretleri, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’yi;
“Seni, Rum ülkesine saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rum abdallarına baş yaptık yiğidim.” deyip Anadolu’ya gönderir.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin Nevşehir’de kurduğu dergâhı, onca sıkıntının arasında insanları ferahlatan bir ışık, her şeyini yitiren insanlar arasında bir umut olur.
Anadolu’nun bereketli topraklarından kopan Bektaşi babaları, abdalları, dervişleri; Azerbaycan’dan İtalya’ya, Macaristan’dan, Mısır’a kadar, İslam’ın sevgi ve hoşgörü mesajlarını kimseyi ayırt etmeden herkese ulaştırırlar.
Rumeli fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da Yesevi dervişlerindendir.
Sarı Saltuk, Balkanlardaki ve Anadolu’daki havra ve kiliselere giderek papaz ve hahamlara İslam’ı tebliğ eder.
Minbere çıkıp yüksek sesle İncil okuduğunda, Hristiyanlar hep ağlaşır ve “varsa Mesih” bu derler. Tevrat’tan ayetler okur, Yahudileri kendine hayran bırakır. Kendisinin bir Müslüman olduğunu hissettirmeden hak dinin İslam olduğunu çeşitli yöntemlere başvurarak açıklar.
Erken dönemde Orta Asya’da ve sonraki dönemlerde Anadolu’da; bir ilim ve kültür merkezi olan bu dergâhlarda yapılmak istenen şey fütüvvet ruhunu taşıyan nesiller yetiştirmekti.
İşte gençlik ve yiğitlik manalarına gelen fütüvvette rol-model genç, İmam Ali, rol model kadın, Hazreti Fatıma’dır.
Ankara’da Hacı Bayram, Bursa’da Emir Sultan gibi maneviyat dünyasının hiç sönmeyen kandilleri, kendi döneminin insanlarını uyandırdıkları gibi, günümüz insanlarını da uyarmasını bilen büyülü nefeslerdir.
Savaşın hayatı kuşattığı bir zaman ve iklimde Anadolu’nun her bir köy ve kasabasına yerleşen bu Hak dostları, kandil kandil Anadolu’yu aydınlatarak, harabelerden akan billur ırmaklar gibi kurak toprakları sulamışlardır.
Anadolu’ya geldiklerinde elde avuçta bir şeyleri yoktu. Lakin gönüllerinde getirmişlerdi bütün varlıklarını.
Her sıkıntı bir inşiraha vesiledir.
Kerbela bir patlama, bir Big-Bang’tır.
Milyonlarca Aliler, Hasanlar, Hüseyinler yeni iklimlerde çiçek çiçek açmıştır.
Yakıtı, Ehl-i Beyt körpelerinin asil kanı olan Kerbela kandilinden, ışığı bütün bir dünyaya yetecek aydınlık doğmuştur.
…
Derviş Odası’nda gece sessiz bir nehir gibi akıp gidiyordu. Muharrem ayı sohbetleri bitmişti.
Emektar soba, söndü, sönecekti. Arada bir, yüreğindeki közlerin devrilmesiyle küçük bir iki gürültü çıkarsa da; son istasyona yaklaşan bir trenin hüznü vardı sesinde.
Odanın içine derin bir hüzün çökmüştü. Önce Mehmet Hoca kalktı. Sonra birer ikişer oda boşaldı.
Biraz sonra, sonraki gece yeniden yanmak üzere Derviş Odası karanlığa gömüldü.