Koza-İpek talanı veya ar eşiğinin aşılması
ALİ AĞCAKULU | Ahvalnews
“Follow the money”, ABD Başkanı Richard Nixon’ı deviren “Watergate skandalı”nı konu alan “All the Presedent’s Men” filminde “deep throat” (Mark Felt)’in kullandığı ve arka planı bilinmeyen bir olayda gerçek suçlulara ulaşmak için paranın nereye aktığına bakılması gerektiğini anlatan “parayı takip et” anlamına gelen bir replik.
Türkiye’nin son on yılında planlı bir şekilde oluşturulduğuna şüphe olmayan puslu havada gerçekleşen karanlık olayların cem-i cümlesini çözümleme potansiyeline sahip bir formül olarak ulu orta duruyor “follow the money.”
Her ne kadar son on yılda yaşanan hadiselerde “İslamcılık” ve “Türkçülük” ile “İslamcılar” ve “Türkçüler” birer aparat olarak kullanılıyor olsa bile, parayı takip etmenin bizi daha gerçekçi sonuçlara ulaştıracağı muhakkaktır. Failler gerçekten İslamcı ve Türkçü olsalar da veya öyle görünseler de fark etmez. Paranın nereye aktığına bakmak 15 Temmuz dahil birçok şüpheli olayı karanlıklardan aydınlığa çıkaracaktır.
17/25 Yolsuzluk Operasyonları ile Türkiye toplumu Watergate skandalından daha büyük bir yolsuzluk ile yüzleşmişti. Sadece sivil vatandaşlar değildi, bu yolsuzlukla ile karşılaşanlar. Politikacılar, bürokratlar, güvenlik bürokrasisi, hakimler, savcılar, askerler… hülasa bütün katmanları ile bir toplum Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk hadisesi ile karşılaşmıştı. Herkes bir karar vermenin sath-ı mailine girmişti. Ya çoğunluk buna karşı gelecekti ya da bu yolsuzluğa bulaşanların yanında duracaktı. Bugün 17/25 kelimeleri telaffuz edildiğinde verilen tepki, kimin nerede durduğunu anlatmaktadır.
Erdoğan, nabza göre şerbeti yani toplumun her parçasına onların kabul edebileceği türden rüşveti vermiş ve çoğunluk aldığı bu rüşvet karşılığında, 17/25 yolsuzluğunu ortaya çıkaranların aforoz edilmesini onaylamıştı. Aforoz edilenler Erdoğan’ın engizisyon mahkemelerinde infaz edilirken, bu infazı seyreden kalabalık güruhlar ölüm sessizliğine bürünmüşlerdi. Hala üç maymunu oynamaya devam ediyorlar. Neticede Erdoğan, bütün katmanları ile topluma daha da nüfuz edebileceği yeni kanallar bulma fırsatı yakalamıştı. Bu durum, onun bir üst faza geçerek kurduğu suçlular ittifakını yeni katılımlarla güçlendirme imkânı sunmuştu. Elbette işlediği, işleyeceği suçları ileride kendilerine yükleyeceği yeni suç ortakları yani kırk haramiler.
Şimdi ismini hatırlayamadığım bir filmde izlemiştim. Mafya babası olan amcasının yanında uygun bir pozisyon almak isteyen genç adam, ön elemeden geçmek için bir suikastçının yanında eğitime verilir. Şehrin telefon rehberinden rastgele seçilen bir kişinin ismi mafya babasına bildirilir. Eğer yeğeni, ismi bildirilen kişiyi, masum dahi olsa gözünü kırpmadan öldürebilir ve bu haber olarak gazetelerde çıkarsa mafyaya ilk adımını atacaktır. Hedef bir morgta çalışan, kendi halinde, oldukça temiz, içine kapanık, zayıf ve kimseye zararı olmayan genç bir kızdır.
Bütün suç örgütleri böyledir bir yönüyle. Erdoğan da çok sayıda polis, savcı, yargıç, bürokrat ve politikacıyı suça bulaştırmak, suça bulaştırıp kapısında sadık birer tetikçiye dönüştürmek için onlara bir hedef verdi. Bu bir yönüyle onların sınavıydı. Eğer bu sınavı başarı ile geçebilirlerse, herkes murat ettiği mükafatı alacaktı.
Bu testin diğer ve daha önemli yönü ise, Erdoğan Türkiye’yi soyarken, gizli yaptığı 17/25 yolsuzluklarından sonra, açıktan gerçekleştireceği ilk soygundu. Bunu da gerçekleştirebilirse, artık önünde kimse duramazdı. Dilediğinin malına el koyabilecek, dilediği gibi ihale yapacak, devlet hazinesini dilediği gibi kullanacak, dilediği kadarını kendine, dilediği kadarını da tetikçilerine dağıtabilecekti. Bu aynı zamanda halkın da bir sınavıydı. Eğer halkın çoğu bu soyguna onay verirse, değmeyin Erdoğan’ın keyfine.
Bundan dolayı öyle bir hedef belirlenmeli idi ki, murat edilen bütün neticeler elde edilsin. Her şeyden önce bu hedef büyük olmalıydı. Yani soygun neticesinde milyarlarca dolar hasılat elde edilmeliydi. Ganimet veya hasılat ne kadar büyük olursa, operasyona girecek kişilerin de motivasyonu o denli yüksek olurdu. Üstelik gazete ve televizyonları da olmalıydı ki, hedefi alt etmek zor olsun. Sadece samimi gangsterler kalsın onun yanında. Zira Erdoğan’ın onlarla yürüyeceği uzun bir yolu vardı.
Hedef çok temiz olmalıydı. Üzerinde zerrece şaibe olmamalıydı. Kazançlarının tamamının kaynağı net, temiz ve yüzde yüz alın teri olmalıydı. Devletten hiç ihale almamış ve devlet ile hiçbir iş yapmamış olmalıydı. Herhangi bir iç ve dış güç merkezine de dayanmamalı idi. Çok zengin olmalarına rağmen, herkes hayırseverliklerine şahit de olmalıydı. Üniversiteler, okullar, Kur’an kursları, camiler yapıp devlete ve topluma bağışlamış olmalıydılar. Fakirlere el uzatan, öğrencilere burs veren, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gideren insanlar olmalıydılar. Dünyanın neresinde bir yardım çığlığı varsa oraya koşan olmalıydılar. Bütün kamu vicdanı buna şahitlik etmeli ve herkes tarafından da bilinen ve sevilen birileri olmalıydı. Böyle olmalıydı zira böyle bir operasyondan netice alınırsa bütün Türkiye’yi soymaya giden yolda önemli bir eşik aşılacak, muhtemel karşı çıkacaklara ve diğer holdinglere gözdağı verilecek, bununla birlikte, olan ve olacak soygunlar da halk nezdinde normalleştirilmiş olacaktı.
Bu özelliklere en çok uyanlardan biri olarak Koza İpek Grubu hedef olarak belirlendi ve topyekün hücum emri verildi. Her ne kadar açıktan saldırı 2014’te başlamış olsa da daha evvel Erdoğan’ın istihbarat marifeti ile Grup Başkanı Akın İpek’e ince operasyonlar yaptığını bilenler biliyor. En yakınındaki insanlardan devşirdikleri olmuştu ama bundan bir netice elde edememişti Erdoğan. Kini ve hasedi daha da artmıştı.
Tetiğe Ağustos 2014’te bastı Erdoğan. Polisler, savcılar, bürokratlar, istihbaratçılar, kalemşörler, kayyim adayları, politikacılar dört bir koldan saldırıya geçmişlerdi. Bir yıldan ziyade süren saldırılar neticesiz kalınca, Ekim 2015’te Erdoğan’ın organize ettiği iftiraları incelemek üzere, engizisyon mahkemesi tarafından kayyim atandı şirkete. Yani resmen el konuldu, gasp edildi. Kayyimin iki yıl süren kumpas ve delil üretme gayretlerinden de hukuki bir netice alınamadı. Hala tam ele geçirilemeyen MASAK gibi kurumlar Koza İpek Grubu’nun temiz olduğuna dair raporlar hazırladılar. Türkiye şartlarında bu kadar temiz ve pürüzsüz olmalarına onları şüpheli konumuna düşürmüştü. Adeta iyi olmak, temiz olmak suçtu bu memlekette. Bütün devleti organize bir suç örgütü gibi kullanan Erdoğan, bütün algı operasyonlarına ve karalamalarına rağmen hukuki bir netice elde edememişti. Üstelik MASAK raporu kayyim atanması gerekçelerini de çürütmüştü.
Erdoğan çılgına dönmüştü. “Bir şeyler bulun” diyerek kapıkullarına en galiz ifadelerle hitap ediyordu. Nihayet 2017’de uyduruk bir iddianame hazırlanarak, İpek ailesinin gasp edilen mallarına hukuki bir kılıf uyduruldu. Çalınan minarenin kılıfından farklı olmayan deli saçması gerekçelerle 10 milyar dolardan ziyade bir varlığın üzerine çökmüştü, Erdoğan ve kırk haramileri.
Akın İpek’in kasasında bulunan ruhsatlı bir tabanca Grup’un bir silahlı bir terör örgütü olduğunun delillerinden sayıldı. Bir de Üniversite kurup, bu kuruma yardım etmişler. Sonra bu kurum KHK ile kapatılınca, KHK ile kapatılan bir kuruma yardım etmek terörün finansmanı sayılmış vs. vs. deli saçması iddialar. Tam bir “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” hikayesi.
Erdoğan ve kırk haramileri gasp ettikleri varlıkların üzerinde İpek ailesinin hayatlarını yaşamaya çalıştılar. Ama nerede alın teri ile kazanılan paranın verdiği huzur, nerede gasp edilerek elde edilen zehrin verdiği huzur?
Bununla yetinmediler. Kelebekleri dahi incitmeyen Cafer Tekin’i hapse attılar, akrabalarını da. Akın İpek ise İngiltere’ye gitmeyi başardı. Şimdi bütün mağdurlara örnek olabilecek bir hukuk mücadelesi veriyor. Ve bu durum Erdoğan’ı çıldırtıyor. Erdoğan’ın Azerbaycan seyahati öncesi yaptığı açıklamalar bunu teyit etmektedir.
Beni en çok üzen ise Akın ve Tekin beylerin anneleri, ismi ile müsemma Melek İpek’e yapılan muamele. Kemale ermiş yaşına rağmen, ömrü insanlara yardım etmekle geçmiş bir hanımefendiye reva görülen muamele bir insanın ne kadar aşağılık bir dereceye düşebileceğini göstermektedir.
“Haset gururla savaşta;
Gurur, Kaf Dağı'nda derebeyi.
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği.”
Namı diğer “Melek Anne” olan Melek İpek’in maruz kaldığı vahşeti görünce, ister istemez dilimden Arif Nihat Asya’nın yukarıdaki mısraları dökülüyor. Birkaç gün öncesine kadar “şefkat meleği” diyerek, el etek öpüp onun kapısında yatan politikacılar, bürokratlar birden birer gulyabaniye dönüşmüş ve bir kötülük merkezinden aldıkları emirle gerçek niyet ve mahiyetlerini izhar etmiş, vicdanlarının onun kanatsız bir melek olduğuna dair yaptığı o büyük şahitliğe rağmen, onu şeytanlaştırmak için inanılmaz bir gayretkeşliğe girmişlerdi. İnsanlıktan çıkmışlardı bir kere. Hayır belki hiçbir zaman insan olmadılar da biz onlara “sanki insanmışlar” gözüyle bakmıştık.
Günün sonunda Erdoğan çok büyük ve önemli bir eşiği aşmayı başarmıştı. Aslında o ar eşiğini aşmıştı. Toplum da. Artık haya perdesi de yırtıldığına, kırk haramilere katılanların sayısı çoğaldığına, toplum bütün olanlara yine sessiz kaldığına göre artık gönül rahatlığı ile dilediğini yapabilirdi. Yaptı da.
Bugün artık her gün yeni bir soygun haberi okuyorsak, Türkiye’nin her an ne kadar daha da fakirleştiğine şahit oluyorsak, geriye gidip Koza İpek Şirketlerine ne olduğuna bakmak gerekiyor. Perde orada yırtıldı, eşik orada aşıldı. Şimdi ise bunun cezasını bu şenaati onaylayan veya buna sessiz kalan kalabalıklar da ödüyor ve ödeyecek.
Geçmiş olsun Melek Anne, geçmiş olsun Türkiye.
Sahi, 17/25 Haftası da yakın değil mi?