Altan’ın bu denemesinin daha kısa bir versiyonu “Portrait of a Turkish Novelist as Prisoner” başlığıyla the New York Times’da yayınlandı. K24’te yayınlanan deneme şöyle:
İki metre yükseklikteki bir kürsüde oturuyorlar. Kırmızı yakalı siyah cübbeleri var üstlerinde.
Birkaç saat sonra benim kaderim hakkında karar verecekler.
Onlara bakıyorum.
Hayatın ipliğini kesecek Moiralara benzemiyorlar. Sıkıntıyla gevşettikleri kravatlarıyla Gogol’ün küçük memurlarını andırıyorlar daha çok.
Ortada oturan başkanları sağ kolunu ıslak çamaşır gibi kürsünün üstüne serip parmaklarını oynatıyor ve oynayan parmaklarını seyrediyor.
Yüzü dar ve uzun, kaşları yoluk ve renksiz. Yarı kapalı şiş gözkapaklarının altındaki gözbebekleri fark edilemiyor, ölü bir ıslaklıktan ibaret gözleri.
Özellikle savunmacılar konuşurken artan garip bir tiki var, küçük bir yumru çenesinden gözlerine kadar cildinin altında yuvarlanıyor.
Arada sırada cep telefonuna bakıp gelen mesajları okuyor.
Bizimle birlikte yargılanan sanıklardan biri bypass ameliyatı olacağını söylediğinde, kırmızı ışıklı mikrofonu kendine doğru çekip mekanik bir sesle “hastane hapiste kalmanıza engel bir durum olmadığını bildirdi” diyor.
Avukatlar, en hayatî konuları anlatırken gene mikrofonu önüne çekip aynı mekanik sesle, “iki dakikanız var, toparlayın” diyor.
Sanki sanıkların ve avukatların söylediği sözler alnına çarpıp, parçalanmış kelimeler hâlinde kürsüye dökülüyor.
Elias Canetti’nin, “Kendin güvende, huzur ve görkem içindeyken, bir insanın taleplerini, o taleplere kulak tıkamaya kararlı bir hâlde dinlemek… Bundan daha aşağılık bir şey olabilir mi” sözü geliyor aklıma.
Sağ yanındaki şehlâ gözlü tombul üye, sanıklar ve avukatlar konuşurken yaylı koltuğunu geriye doğru yatırarak tavana bakıyor. Yüz çizgilerindeki haz kaymalarından hayallere daldığı anlaşılıyor. Hayallere dalmadığı zamanlar genellikle başını eline dayayıp uyuyor.
Sol taraftaki üye ise önündeki bilgisayarla meşgul, sürekli bir şeyler okuyor.
Öğleye doğru “karar vermek” için müzakereye çekileceklerini söylüyorlar.
Bizim çevremiz jandarmalarla kuşatılmış vaziyette. Yanımızda bir dizi jandarma duruyor, bir dizi jandarma da arkamızda. Onların arkasında da zırhı andıran siyah göğüslükleri ve dizlikleriyle Robocop kıyafetli başka bir jandarma grubu bekliyor.
Her birimizin koluna bir jandarma giriyor, çift sıra hâlinde dizilmiş jandarmaların arasından geçip dar bir merdivenden aşağıya iniyoruz.
Bizi, önünde demir parmaklıklar olan fayans döşeli büyük bir nezarethaneye sokuyorlar.
Biz beş erkeğiz.
Altıncı sanık “kadın olduğu” için onu ayırıp başka bir yere götürüyorlar.
Hakkımızdaki delilleri kardeşimin başvurusu üzerine inceleyen Yüksek Mahkeme, “bu delillerle kimsenin tutuklanamayacağına” karar verdiği için birlikte yargılandığımız gazeteciler çok iyimser ve umutlular.
Ben onlar kadar iyimser değilim.
Nezarethanenin bir ucundan bir ucuna gidip geliyoruz sinirli adımlarla. Gölgelerimiz, fayans çizgilerinden atlayarak bize yetişmeye çalışıyor.
Kendi geleceğimizle ilgili karar verme hakkımızı tümüyle kaybettiğimizi bir çaresizlik duygusuyla hissediyoruz.
Dakikalar, konuşmalarımızın temposuna göre bazen hızlanarak, bazen yavaşlayarak geçiyor. Dakikalar yavaşladıklarında bir jilet gibi keskinleşiyorlar, içimizde kanlı kesikler açıldığını hissediyor ama bunu birbirimizden saklıyoruz.
“Vulnerant omnes, ultima necat,” hepsi yaralar sonuncusu öldürür, bu gerçeği eski Latinlerden beri biliyoruz ama bir nezarethanede müebbet hapse mahkûm olup olmayacağını beklerken yavaşlayan dakikalar bütün kardeşlerinden daha yaralayıcı oluyorlar.
Böyle dakikalarla yaralanırken, biraz da utançla, gerçekçi kötümserliğimin altında küçük umutlarla hayallerin elmas tozlarını andıran parıltılarla gezindiğini fark ediyorum.
“Bunlar hukuk desperadoları, her türlü hukuksuzluğu yaparlar” diyen güçlü sesin altında “bu kadar da saçmalayamazlar” diyen bir fısıltıyı da duyuyorum.
O fısıltıyı susturmuyor, böyle yaptığım için de kendime kızarak, umutla aramdaki o ince bağı koparmıyorum.
Umut, öyle sokulgan, öyle sıcak, öyle çekici ki insanın içi böylesine üşürken onu bırakıp gitmesi mümkün olmuyor. Bunun yersiz ve gereksiz bir zaaf olduğunu bilmek de bir işe yaramıyor.
Umudun beslediği solgun ve titrek hayaller çekingen adımlarla zihnimin gölgeli kıvrımlarında kımıldanıyorlar: Hapishanenin kapısından çıkıyorum, derin bir soluk, ilk sarılış, sevinç sözleri, mutluluk kokusu, yukarda geniş bir gökyüzü…
Ben böyle hayaller kurarken üç adam bir yerlerde benim kaderimi belirliyor.
Belki de kararlarını verdiler bile.
Birden, hafızamın derinliklerindeki magma tabakaları şiddetli bir depremle kırılıyor, gizli bir yeraltı nehrinde yüzen unutulmuş su çiçekleri gibi cümleler çıkıyor ortaya.
Kılıç Yarası Gibi romanında yazdığım bir bölümü hatırlıyorum. Tutuklandıktan sonra bir odada hakkında verilecek kararı bekleyen bir kahramanı anlatırken yazdıklarım bunlar.
“Kaderin değiştiği anla, kaderi değişen insanın bunu öğrendiği an arasında geçen zaman dilimi, insan hayatının en trajik ve ürkütücü parçası olarak gözüküyordu ona. Gelecek belirlenip kesinleşiyor ama insan kendisi için kesinleşen geleceğinin farkına varmadan, başka umutlar ve hayallerle başka bir geleceği bekliyordu. O bekleyişteki bilgisizlik korkunçtu ve ona göre insanoğlunun en büyük zaafını oluşturuyordu.”
Hatırladığım cümlelerle ürperiyorum.
Şu anda yaşadığımı yıllar önce yazmışım.
Şimdi kendi romanımda yazdığımı yaşıyorum.
Romanını yaşayan bir romancı.
Maskeli büyücülerin katıldığı bir vudu ayininin nakaratı gibi beni dehşetle titreten bir cümle içimde yankılanıp duruyor:
Hayatım romanımı taklit ediyor.
Yıllar önce, edebiyatla hayatın birbirine değdiği, sınırları belirsiz, esrarengiz ve puslu arazide dolaşırken kendi kaderimle karşılaşmış ama onu tanımamışım, onu bir başkasının kaderi sanarak anlatmışım.
Yazdığım kendi kaderimmiş.
Aynı yıllar önce yazdığım kahramanım gibi tutukluyum, aynı onun gibi geleceğimi belirleyecek kararı kapatıldığım bir odada bekliyorum, aynı onun gibi belki de o anda belirlenmiş olan kaderimden habersizim, aynı onun gibi insanoğlunun en acıklı çaresizliğini yaşıyorum.
Kendi geleceğimi, gördüğümün kendi geleceğim olduğunu bilmeden lanetli bir kâhin gibi yıllarca önce görmüşüm.
Macbeth’in cadıları dolaşıyormuş içimde.
Bir yazarın içinde böyle kaç cadı, kaç büyücü, kaç kâhin yaşıyor?
Yazdığım başka neler gerçekleşecek?
Bilmediğim, hatırladığım başka hangi cümlelerle lanetledim kendimi?
Romanla hayatın, gerçekle yazılanın birbirine dolandığı, birbirinin kılığına girdiği, birbirini taklit ettiği, birbiriyle yer değiştirdiği başdöndürücü, uğultulu bir girdabın derinlerine doğru sürüklendiğimi hissediyorum.
Kâhin de benim, kehanet de benim, kurban da benim.
Cümlelerimle yaşayanları öldürebilir, ölüleri diriltebilirim.
Bütün yazarların sahip olduğu bu güce sahip olduğum için mi tanrıların gazabına uğradım, bunun için mi lanetlendim, bunun için mi bana kendi kaderimi yazdırdılar?
Yazdığım kahramana dönüşüyorum, içinde dönüp durduğum girdapta.
Nasıl bir kader biçmiştim ben o kahramanıma?
Ne olmuştu onun sonu?
Aniden koşuşan jandarmaların postal seslerini duyuyorum, iki sıra hâlinde diziliyorlar, bir ses “haydi” diyor, “karar verildi.”
Karar verilmiş.
Hatırlıyorum birden.
Benim kahramanım mahkûm olmuştu, ona o kaderi biçmiştim.
Şimdi kendi hakkımdaki kararı duymadan o kararı biliyorum.
Ben de mahkûm olacağım.
Öyle yazdım çünkü.
Kader beni hazırlıksız yakalayamayacak, kaderi ben daha önceden belirledim.
Bizi yukarı çıkarıyorlar, salona girip oturuyoruz.
Yargıçlar geliyorlar, koltuklarına bırakmış oldukları siyah cübbelerini giyiyorlar.
Islak ölü gözlü başkanları kararı okuyor:
“Ağırlaştırılmış müebbet.”
Hayatımızın geri kalanını üç metreye üç metre bir hücrede tek başımıza, günde sadece bir saat güneşe çıkarılarak geçireceğiz.
Asla affedilmeyecek ve hapishane hücresinde öleceğiz.
Karar bu.
Romanımın kahramanı gibi ben de mahkûm oluyorum.
Kendi geleceğimi kendim yazdım.
Ellerimi uzatıyorum. Kelepçeleri takıyorlar.
Bir daha dünyayı ve avlu duvarlarıyla sınırlanmamış bir gökyüzünü göremeyeceğim.
Hades’e gidiyorum.
Kendi kaderini yazan bir kader tanrısı gibi yürüyorum karanlığın içine doğru.
Kahramanımla birlikte karanlığın içinde kayboluyoruz
Ahmet Altan