Allah, Hizmet Camiası’nı Tu’melerden arındırdı

“İnsanlar arasında, Allah’ın sana bildirip gösterdiği şekilde hükmetmen için, Biz sana kitabı hakkın ta kendisi olarak indirdik. Böyleyken, sakın hainlerin avukatı olma!” (Nisâ, 4/105)

SHABER3.COM



Fikret Kaplan - SAMANYOLUHABER.COM 

Keyfine diyecek yok şeytanın. Mutluluktan zil takıp delicesine eğleniyor. İnsanlık tarihindeki en mesut zamanlarından birini yaşıyor. İslam coğrafyasında ve özellikle de Türkiye’de, avaneleriyle iş başında. Camide, kürsüde, medyada, sokakta, hayatın her kesiminde söz kesiyor. 

İnsanlar, zulme uğruyor, zindanlara atılıyor, aile parçalanıyor; kadın, kız, çoluk, çocuk, yaşlı-başlı denmeden, herkes mağduriyete, mazlumiyete uğratılıyor, sindirilmeye çalışılıyor. Masum bebeklere, müşfik annelere varıp uzanan bir zulüm var ülkede. Öyle ki, yüzlerce bakıma muhtaç ve emzikli çocuk da esir bugün hapishanelerde. Şeytan en başarılı günlerini yaşıyor.

Bir de, bu zulümler karşısında diğer diller lâl kesilmiş, dilsiz şeytanlar var her köşede. Dinî cephede bulundukları halde haset onları öyle bir duruma itmiş ki söz, tavır ve davranışlarından: “Oh oldu! Müstahak size bunlar! dökülüyor. Hatta içindeki kin ve hasetle yanıp kavrulan biri, işi daha da ileriye götürüyor: ‘Katli caiz bunların’ diyor. Kur’an’a göre Hizmet Hareketi mensuplarının öldürülmeleri gerektiğini söylüyor. Risale’den, Üstad Bediüzzaman’dan bahseden, sözde bu yolun sahibi gibi davranan fakat tam tersine bunlardan hiç nasibi olmayan bir talihsiz diyor bunu. Halbuki Kur’an’a az bir baksa Allah’ın şu ikazını fark edecek: 

“İnsanlar arasında, Allah’ın sana bildirip gösterdiği şekilde hükmetmen için, Biz sana kitabı hakkın ta kendisi olarak indirdik. Böyleyken, sakın hainlerin avukatı olma!” (Nisâ, 4/105)

İnanan bir insana, her zaman ve herkese karşı hakperest ve âdil olmak yaraşır, diyor Kur’an. Mücrimin günahını, zâlimin zulmünü, hırsızın suçunu, iftiracının iftirasını bile bile, sırf kendi tarafından, düşüncesinden olduğu için onu savunmak, inanmış bir insanın yapabileceği iş değildir. 

“Kendi öz canlarına hıyanet edip duranları temize çıkarma adına mücâdeleye kalkışma, sakın onları savunma! Çünkü Allah, hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen, hıyânete dalmış mücrimleri asla sevmez.” (Nisâ, 4/107)

Haksızlığı, iftirayı ve ihâneti gördüğü halde sadece taassup duygusu, âidiyet mülahazası, menfaat hissi gibi sebeplerle suçludan yana çıkmak, hatta tarafsız kalmak, Hakk’ın hükümlerini terk edip nefsânî rey ve şeytanî temâyül ile hareket etmek, Allah katında hâini himaye etme ve savunucusu olup onun vebâlini yüklenme anlamına gelir, diyor.

Fakat göremiyorlar. Hased kör etmiş gözlerini. Kabil gibi, Hz. Yusuf’un kardeşleri gibi… Allah’a sonsuz hamd olsun ki, O (cc), Hizmet Câmiası’nı hakkında ayet indirdiği Tu’melerden ve onların çağımızdaki yandaşlarından arındırdı bugün. 

Peki kim bu Tu’me ve onun iftiralarına, tahkirlerine sahip çıkıp da Nisa 105 ile  115 arasındaki ayetlerin inmesine neden olan?

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sav) ardında saf tutmasına rağmen kalbi kaskatı kesilmiş bir nasipsizdi Tu’me bin Übeyrık.  Aldatmayı akıllılık sayan bir hilebaz... Konuştuğu zaman kendisini dinletmeyi becerir; en çirkin yalanları mutlak doğruymuş gibi dillendirirdi. ‘Ne kadar iyi bir insan’ algısını oluşturmada çok başarılıydı. Aslında beşerin en faziletlilerinin arasında yaşıyordu ama taşlaşmış kalbi rahmetin bir damlasını dahi tutmaktan âcizdi.  

Dünyaya çok bağlı bu hırsız adam, yine hırsızlık için etrafı kolaçan ettiği bir gece, kapı komşusunun zırhını çaldı. Çok geçmeden yokluğu fark edilen zırhın arandığını duyunca da yüreği yerinden kopup düşecekmiş gibi korktu. Haramîliğinin ortaya çıkacağı endişesiyle telaşa kapıldı. Odanın içinde dört dönüp ne yapacağını düşünürken ani bir hareketle zırhı kavradı, hemen dışarı fırladı. Sokağı bir gölge sessizliğinde aştı ve elindeki torbayı, gözüne kestirdiği evin bir kenarına saklayıverdi.

Olup bitenden habersiz bir masum edasıyla dönerken suçu yükleyebileceği bir düşman bulmanın sevinciyle kıs kıs gülüyordu. Zira zırhı gizlemek için seçtiği bina, Zeyd adında bir yahûdîye aitti. Torbanın o hanede aranma olasılığı çok düşüktü. Ayrıca, orada bulunsa bile, halk ev sahibi hâricinde kimseden şüphelenmezdi. Bir ihtimal kendisinden kuşku duyulsa hem içinden çıktığı Zaferoğulları, hem de sâir Müslümanlar din kardeşliği sevkiyle onu savunurlardı.

Tu’me bin Übeyrık, tehlikeli bir girişimi selametle atlatmış olmanın memnuniyetini yaşarken, arkada şahitler ve izler bıraktığından habersizdi. Zırhın, bir un çuvalının içinde bulunduğunu gece karanlığında farkedememiş; torbadan dökülen un sebebiyle geçtiği her yerde izler bıraktığını görmemişti. Nitekim görevliler un izini takip ederek Zeyd’in evine ulaştı ve zırhı elleriyle koymuşçasına buluverdiler. 

Zeyd, kendisinin hırsız olmadığını, zırhı Tu’me’nin getirip bıraktığını, bunu bizzat görenlerin bulunduğunu ve un izinin de onun evinden geçerek kendi hanesine ulaştığını söyledi. Bunun üzerine hesaba çekilen Tu’me, olayla alâkasının olmadığına ve meselenin aslını bilmediğine dair yeminbillah etti.

İlk sorguda yakayı kurtarmıştı ama tamamen aklanmak için daha başka şeyler yapmalıydı. Önce bir süre hırsızlığın konuşulmasına mani olacak bir gürültü koparmalıydı. Masumiyet iddiasını seslendirmesi yetmezdi; birini şeytanlaştırmalı ve halkın önüne suçlu olarak onu koymalıydı. Bunu tek başına yapamazdı; akrabalık, kabîlecilik ve dindaşlık bağlarını kullanmalıydı. Aslında komplonun hedefinin sadece kendisi değil bütün hizbi ve umum Müslümanlar olduğunu haykırmalıydı.

Tu’me, bu mülahazalarla şehrin altını üstüne getirdi. Her yanda diğergâm bir ıslahçı edasıyla gürledi. Kendisinin tam bir salâh insanı olmasına rağmen entrikaya maruz kaldığını belirtti. Güya masum bir insana kurulan böyle çirkin tuzak karşısında kabilesi Zaferoğulları’nın ve din kardeşi mü’minlerin yardımını talep ederek ortalığı velveleye verdi.

Zaferoğulları ona inanarak, Tu’me’ye iftira atıldığını ve Zeyd’in cezalandırılması gerektiğini öne sürerek Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e başvurdular. Dahası, Zeyd’in kendilerinden olmayışını dile dolayarak vâkıayı bambaşka bir zemine taşıdılar. Bugün olduğu gibi o gün de artık, usta hırsızın haramîliğinden bahis açmak, İsraoğulları’nın hempası olarak yaftalanmayı göze almak demekti.

Tu’me’nin yeminine ve zahirî delillere ve özellikle oluşturulan algıya göre Allah Rasûlü’nün tam “Tu’me haklıdır; Zeyd cezalandırılmalıdır!” demesini bekledikleri bir anda, “Sakın hâinlerin avukatı olmayın!” emrini içeren, Nisâ Sûresi’nin 105 ilâ 115. ayetleri indirildi. Demek ki mesele sadece bir zırhın çalınmasından ibaret değildi. Asr-ı Saadet’te meydana gelen bu basit görünümlü azîm hırsızlık, istikbalde cereyan edebilecek pek çok büyük olayın ipuçlarını barındırıyordu ki Mevlâ-yı Müteâl, onunla alâkalı on küsur ayet inzâl buyurmuştu.

 “İnsanlar arasında, Allah’ın sana bildirip gösterdiği şekilde hükmetmen için, Biz sana kitabı hakkın ta kendisi olarak indirdik. Böyleyken, sakın hainlerin avukatı olma!” (Nisâ, 4/105)

Ey şânı yüce Nebî! Sen hiçbir zaman hâinlerin savunucusu olmazsın ve senin ümmetin de özüne ve mukaddesâtına ihânet etmiş kimselerin müdâfii olmasınlar, diyordu. 
Ey insanlara hak ve adaleti talim için gönderilen şanlı Rasûl! Sen, öyle bir hatadan berîsin; fakat ümmetin çok dikkat etsin! Şu emri, teker teker her mü’min Senin şahsında bizzat kendisine hitap olarak dinlesin:

“Kendi öz canlarına hıyanet edip duranları temize çıkarma adına mücâdeleye kalkışma, sakın onları savunma! Çünkü Allah, hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen, hıyânete dalmış mücrimleri asla sevmez.” (Nisâ, 4/107)
 
“(O ihanet ve entrikalarını) insanlardan gizlemeye çalışırlar da Allah’tan hiçbir şey gizleyemeyeceklerini düşünmezler. Hâlbuki onlar, Allah’ın razı olmayacağı tezvirâtı bilhassa geceleyin planlayıp kurgularken, O, daima yanlarındadır. Zaten Allah, onların yaptıkları ve yapacakları her şeyi ilim ve kudretiyle ihâta etmiştir.” (Nisâ, 4/108)

“Haydi diyelim, siz bu dünya hayatında onlardan yana tartışma ve savunmaya giriştiniz, iyi de, ya kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olup (yaptıklarının karşılığını ödeyecek)?” (Nisâ, 4/109)

Müslüman başkasına ait mala, hatta bir kuruşa dokunamaz; insanların alınteri üzerinde oturamaz. Kamu malını şahsı hesabına kullanamaz.. Bunları yapanlar ve milletin emanetine öyle ya da böyle hıyânette bulunanlar hâindir, diyor Kur’an. Ve sakın bu hâinlerin avukatı olmayın; yoksa siz de öz canına hıyânet edenlerden sayılırsınız diyerek ikaz ediyor.  Hem de işledikleri günahları bildiğiniz halde, şeytanî yorumların sevki ve dünyevî çıkar arzusuyla, mücrimleri müdafaa ederek onları kurtarmış olmuyorsunuz diyor.  Aksine, onları bütün bütün yaktığınız gibi, vebâllerine de iştirak etmiş, böylece hâinlikle öz canına kıyanlar arasına girmiş ve Şefkat Peygamberi’nin şefaatinden mahrum olmuş bulunuyorsunuz.

Kısaca, Tu’me hadisesi o zamanda olup bitmiş bir olay şeklinde ele alınırsa, Kur’an-ı Kerim tarih kitabı yerine konmuş ve birkaçını okuyup işaret ettiğimiz on küsur ayetin mesajı göz ardı edilmiş olur. Oysa Kur’an her asra hitap etmekte ve anlattığı hadiseler her devirde misliyle tekrarlanarak sürüp gitmektedir. 
(Suat Yıldırım, Kur’an Meali, Nisâ, 4/105-115)

Son olarak, madem bağlı olduklarını iddia ettikleri Risaleler adına Hizmet Câmiası hakkında ferman kesiyorlar, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin zulümler karşısında asla boyun eğmediğini ve dilsiz şeytan kesilip kalmadığını hatırlatmakta fayda var. O sonucu ne olursa olsun Hakk’ı savunmuştur. Bakın bize şöyle hitap ediyor: 

“Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller-Eşref Edip)
<< Önceki Haber Allah, Hizmet Camiası’nı Tu’melerden arındırdı Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER