Çünkü açıktır ki, bu üç temel misyona “iktidara gelme, iktidarda kalma, devlet yönetme, ülke idaresi” manâsında siyaset dâhil değildir. Öyle ki, Kur'ân-ı Kerim, Mekke'de meselâ cana kıyma, zina, hırsızlık, yolsuzluk gibi hususlarda yasaklar getirirken, bunların karşısında dünyevî bir müeyyide koymamış, yani onları sadece “Dînî-ahlâkî-manevî” sahada günahlar olarak yasaklamış (17:22-39), ancak Medine'de bir devlet kurulunca bunları “Dinen günah” olmalarının yanı sıra, işlenmeleri karşısında müeyyide, yani ceza gerektiren suçlar, bir başka ifadeyle, kanunlar olarak da vaz' buyurmuştur.
Hz. Bediüzzaman, küllî İslâmî hizmet içinde kendisini yine öncelikle söz konusu üç vazifeyle vazifeli bildiği için de siyasete mesafeli olmuş; pratikte, yani Türkiye'de işleyen siyaset çarkının niteliği sebebiyle ise şeytandan sığınır gibi siyasetten Allah'a sığınmıştır. Çünkü ona göre İslâm'ın ve İslâmî hizmetin temelinde sıdk (doğruluk) vardır; siyaset ise Türkiye gibi ülkelerde yalana dayanmaktadır. Bilhassa günümüzde hakikî dindar siyasetçi olmadığı gibi, siyasetçi de hakikî dindar olamamakta; siyaset toplumu bölmekte, âdeta Din yerine geçmekte, kişiye kendi partisinden bir münafığı melek, melek gibi bir insanı ise şeytan gibi görmeye, meleği şeytan, şeytanı melek görecek inada sevk etmektedir. Yine, bilhassa ülkemizde siyaset menfaat üzerinde dönmektedir; menfaat üzerinde dönen siyaset ise canavardır. Bunların yanı sıra, siyaset, insana asıl dinî vazifelerini unutturmakta, onu tarafgirlik sebebiyle kendi partisine yanlışlarında bile destek vermeye itip, “Zulüm işleyenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (11:113) âyetindeki veya dinî hizmetlerde ümitsizliğe düşürüp, “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!” (39:53) âyetindeki İlâhî tehdide müstahak kılmaktadır.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ