Ali Bulaç'ın savunmasını baştan sona okudum. Ekleriyle birlikte 84 sayfa... Önce şu satırları okuyalım:
“Ben 50 yıllık yazarım. Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan, Mesut Yılmaz hükümetlerinde, dahası 12 Mart, 12 Eylül, 28 şubat darbe dönemlerinde yazdım. Defalarca yargılandım. Ama hiçbir dönemde bu kadar baskı görmedim. 14 ay hapse atılmadım, yazılarımdan dolayı üçer kez ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanmadım, işsiz bırakılmadım, emekli maaşıma bile bir süre el konulmadı. Dindar, muhafazakar bir iktidar döneminde ve hepsi beni yakından tanıyan arkadaşlarımın bakan, milletvekili olduğu bir hükümette bu durumda olmam bana sadece hüzün veriyor...”
Çok doğru tesbitler... Bu durumda olan gazeteci-yazar sadece Ali Bulaç değil, Türkiye'de şu anda 259 gazeteci bu zulmü yaşıyor. 135 gazeteci hakkında da yakalama kararları var. Sadece gazeteciler ve yazarlar değil elbette. Esnaf, öğretmen, öğrenci, kadın, çocuk, hapishanelerde binlerce insan var. Aynı zulme maruzlar. Peki hapishane şartları nasıl? Ali Bulaç'ın savunmasından okumaya devam edelim:
“Adalet denen sabır taşı çatlamıyorsa ilahi inayet sonucudur... 14 aydır tutukluyum. 66 yaşındayım. Kalbimin dört damarı değişti. Stentim var. Kalp, şeker, tansiyon, guatr ve prostat olmak üzere 5 kronik hastalıkla boğuşuyorum. Tecrit edilmiş vaziyette başkalarıyla koridorlarda değil selamlaşmak, göz temasının dahi yasak olduğu, son derece gayri insani şartlarda neredeyse torunum yaşındaki memurlarca 9. kısımda zevkle aşağılanan ve denetimli serbestlik adlı cevazla katillerle hırsızların, yankesici ve kaçakçıların boşalttığı bir hapishanede, Türkiye'nin en korunaklı Silivri Cezaevi'nde yatıyorum. 14 aydır ne savcı yüzü gördüm, ne bir mahkemeye çıktım...”
Evet, 40 bin adi suçlunun dışarı çıkarıldığı hapishanelere konulan insanlara işte bu muamele yapılıyor. Ali Bulaç 66 yaşında, 80 yaşında olanlar da var, anneleriyle birlikte zindanlarda büyüyen 668 bebek de...
İşkencede ölenlerin, kayıp insanların sayısını kimse tam olarak bilmiyor. Ağır hasta Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan bilinci kapanana kadar tahliye edilmedi. Tahliye edilir edilmez de vefat etti. OHAL ilanından beri hapishanelerdeki intiharların sayısı 50'yi aştı.
İngiltere'de yayınlanan “The Times” gazetesinin ifade ettiği gibi Saraydaki şahıs Türkiye'de, düşman bellediği insanları imha etmek için Stalin ve Hitler'in taktiklerini uyguluyor.
Kendilerini dünyaya İslamcı, Ümmetçi diye pazarlıyorlar, ama hapishanelerinde Kur'an, Cevşen, Gazali'nin kitapları yasak... Ali Bulaç'ın savunmasından okumaya devam edelim:
“21 Ağustos 2017 günü aniden iki infaz koruma memuru koğuşu bastı ve derhal yanınızda bulundurduğunuz kitapları yatağın üzerine koyun dediler. Dediklerini yaptık. Ama onlar, dolaplarımızın içlerini, üstünü de dikkatle aradılar. Yatak üzerindeki kitapları kontrol ettiler ve heyecanla işte yasak iki kitap, bunlar kimin, kayda geçirmemiz lazım dediler. Yasak dedikleri iki kitaptan biri Hint Alimi Yusuf Kandehlevi'nin sahabe hayatını anlatan ünlü eseri Hayatü's Sahabe, diğeri İmam Gazali'nin İhya-u Ulumuddin eseri. Hayretler içinde, Kandehlevi, hele Gazali'nin İhya'sı nasıl yasak olur diye sorunca bize, yayınevi sebebiyle bu kitaplar yasaktır, bu yayınevinin bastığı cevşen varsa çıkarın onu da toplayacağız dediler... Allah'tan koğuş arkadaşımın cevşeni Nesil yayınlarındandı. Şimdi eğer Gazali'nin ihyası Bedir veya Aslan yayınlarının ise serbest, Işık yayınlarının ise yasak. Yani kitabın içeriği değil, yayınlandığı yer dolayısıyla İhya bile yasaklanabiliyor. Bu trajikomik olayı tarih yazsın. Bu ülkede Yusuf Kandehlevi, Gazali ve Peygamber, sahabe duaları yasaklanabiliyor. Gazali ne kadar suçlu ise ben de o kadar suçluyum!..”
Evet Türkiye'nin zindanlarında durum aynen böyle... Binlerce dindar kadına nezarethanelerde namaz kılma izin verilmedi, başörtüleri zorla çıkarıldı. Hapishanelerde Kur'an okumalarına müdahale ediliyor. Dua kitapları yasak... Tarihin hiçbir döneminde Anadolu topraklarında bu kadar kitap imha edilmedi, yakılmadı. Üstelik, Allah'ı, dini, Peygamber'i anlatan kitaplar bunlar... Oya Baydar, bu zulmü icra edenlere, “Siz hangi dine mensupsunuz?” diye sorarken haksız değildi.
Bu da, Ali Bulaç'ın bir yazısına aldığı Kur'an Tefsiri'nin nasıl suç haline geldiğinin hikayesi:
“Nisa Suresi'nin 105. ayetini tefsir ettiğim bu yazıda, Hazret-i Peygamber'in (s.a) bir un çuvalını çalıp suçu bir Yahudi'nin üzerine atan Tuma adlı bir sahabeye karşı takındığı tavrı ele aldım. Hazret-i Peygamber, suçlunun Tume, masumun Yahudi olduğunu anlayınca, Müslüman aleyhine karar verir. Hazret-i Peygamber, müslüman aleyhine karar verirken adaleti gözetmiş, Tume'nin müslüman ve kabilesinin çok güçlü oluşuna önem vermemiştir. Hazret-i Peygamber'in hüküm verirken din, dil, etnik grup, sınıf, kabile farkı gözetmeden, sadece adaleti gözettiğini ortaya koyan bu olay, biz müslümanların övünç vesilesidir. Konu tefsirimde geniş olarak yer almaktadır. (Kur'an Dersleri 2, 480). Müfessirlerin özenle ele aldığı bu ayeti benim tefsir etmemin, dindarlığıyla öne çıkan bir iktidar döneminde suç delili gösterilmesini tarih de yazacak, ben da ahirette günahlarımın beraat kağıdı olarak Ahkamu'l Hakim'e arz edeceğim...”
Peki gözaltılarda, sorgularda insanlara nasıl iftira atılıyor? Yine Ali Bulaç'tan okumaya devam edelim:
“30 Temmuz 2016 günü Vatan Emniyet'te polis sorgum yapıldı. Bana herhangi bir suç isnat edilmedi. Sorgu sırasında amir olduğunu sandığım orta yaşlı bir zat sorgu odasına girdi ve bana alaylı bir tonda, 'Ee Ali Bulaç seni çökmüş görüyorum' dedi. 'Ne münasebet' dedim. '15 Temmuz'u başaramadınız' deyince, 'Kul hakkına giriyorsun, benim 15 Temmuz'la ne ilgim var. Hem 17-18 temmuz tarihli köşemde, hem de yayınladığım bildiride darbeyi lanetledim' dedim. 'Biliyorum, ama sen 17/25 Aralık'ta yanımızda durmadın, bak Ahmet Taşgetiren'e, o nerede sen neredesin' dedi... O zaman 17/25 Aralık'a ilişkin yaklaşımımdan tutuklanacağımı anladım. Nitekim savcıya dahi çıkmadan, karşısına çıkarıldığım sulh ceza hakimi, yüzüme bile bakmadan, bana ve diğer yazar arkadaşlara tutuklama kararı verdiğini kısık sesle söyleyip hızla salondan çıktı.”
Ali Bulaç bu olayı daha önce hapishanede kendisini ziyaret edenlere anlattı. O amir şunu da demiş kendisine: “Ali Bulaç, Bak Ahmet Taşgetiren Reis'in kıymetini bildi, şimdi nerelerde? Sen Reis'in kıymetini bilemedin ve burada sürünüyorsun. Daha da sürüneceksin...”
“Ben darbe suçundan değil, İslamcı fikirlerim dolayısıyla hapisteyim. Tutuklanmama üç yıl önce karar verilmişti”diyor Ali Bulaç ve iki çarpıcı örnek veriyor. Bir üniversite rektörü, 2 Ağustos 2014'te “Ali Bulaç, bavulunu hazırla, içeri tıkılacaksın” diyor. Bir diğer rektör, 15 Temmuz'dan sonra, “Sakın Ali Bulaç'a acımayın, konuşmasına izin vermeyin”diyor. Ali Bulaç bu rektörü şöyle anlatıyor: “Bir zamanların en radikal islamcısıydı.Demokrasi küfür ve şirk rejimidir diyordu. O şimdi iktidarın yanında, ben hapisteyim.”
Peki bunca zulüm altında mahkemeler nasıl işliyor? İnsanlar kendilerini savunabiliyor mu? Ali Bulaç'ın savunmasından okumaya devam edelim:
“Doğru dürüst hukuki yardım alma imkanlarından mahrum, avukatımla son derece kısıtlı görüşebildiğim kadarıyla, yanımızda memur ve bizi kaydeden kamera karşısında, bazen sadece 10 dakika görüşerek, avukatımın bana getirdiği dökümana ancak 2,5 gün sonra kavuşarak, ihtiyacım olan bilgi kaynaklarına erişmeden bu savunma metnini hazırlamış bulunuyorum. Eğer bu şartlarda olan bir şüphelinin savunması adil savunma kabul edilirse, babamın dediği gibi, hak ve adaletin tecellisi Hak Günü'ne, ahirete kaldı demektir... Soruyorum: Ben hangi silahlı, bombalı eyleme katıldım? Nereye molotof kokteyli attım, kimin eğitim kampına gittim, hangi silahlı çatışmaya girdim, ne zaman ve nerede güvenlik kuvvetlerine saldırdım. Sahte kimlik mi kullandım? İllegal bir toplantıya mı katıldım? Kime el kaldırdım, kimi tehdit ettim? Hiçbirini... Ben darbe emrini mi verdim? Darbe hazırlığı toplantılarına mı katıldım? Darbeye kalkışanlar benim yazılarımı okuyarak mı darbe yapmaya karar verdiler? Hiçbiri değil...”
Suç olmayınca ne yapıyorlar? sahte deliller üretiyorlar. Ali Bulaç için üretilen sahte delilleri görünce, diğer binlerce mağdura neler yapıldığını düşünüyor insan...
4 şubat 2016 günü, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” isimli bir konuşması yayınlanıyor. Savcı, iddianameye bu konuşmadan bir bölüm alıyor, sonra Ali Bulaç'ın konuşması diye, “Cennet kılıçların gölgesindedir” başlıklı bir konuşma alıyor. Fakat Ali Bulaç'ın böyle bir konuşması yok!.. Bulaç anlatıyor:
“Bunlar tamamen uydurma ve iftiradır. Savcı aleyhimde sahte delil üretmektedir. Reddediyorum...”
Hatırladınız değil mi, adeta Tahşiye komplosunun bir benzeri... Dahası var. Ali Bulaç'ın 6 Şubat 2016 günü Zaman'da yazdığı bir yazı var. Yazının başlığında kılıç kelimesi var diye bu yazı askeri darbeyi telkin suçu oluyor. Ali Bulaç haklı olarak şöyle diyor:
“Eğer bu yazıyı Fethullah Gülen'den direktif alarak yazdıysam ispat edin. Telefonla mı aldım, e mail üzerinden mi, kurye aracılığıyla mı almışım, yoksa cinler aracığılıyla mı? Savcı bunu delilleriyle ortaya koymalıdır. İspatsız iddia iftiradır... Hukuk devleti açısından, 17/25 Aralık'tan sonra Gülen grubuyla ilişki içinde olmak adı altında bir suç ihdas edilemez. Kanunsuz suç ve ceza olmaz. Kanunları TBMM yapar. Siyasiler ve yöneticilerin sözleri yasa değildir. Hangi açık yasaya göre 17/25 Aralık'tan sonra Gülen grubuyla ilişkili olmak suçtur ve bu fiilin suç olduğuna hangi mahkeme karar vermiştir? Ne böyle bir yasa var, ne böyle bir mahkeme kararı!...”
Savcının bir sahteciliği daha var. Ali Bulaç'ın yazıları diye iddianameye alınan 8 yazıdan biri ona ait değil... Evet, yüksek yargı organlarından, en aşağıdaki sulh ceza mahkemesine kadar bugün tamamen Saraydaki şahsın tasallutu altında olan mahkemelerde durum bu...
Gelelim, Ali Bulaç'ın Hizmet hareketine yaptığı 14 maddelik ithamlara... Şöyle diyor Ali Bulaç,
“Cemaat, Allah rızasına dönük hizmet yolunda dev adımlarla ilerlerken güç zehirlenmesine uğradı. Hormonal büyüme Cemaatte kibre yol açtı. Her istediğimizi yaparız, yaptırırız vehmine kapıldılar. Biz Nuh'un gemisiyiz, hak ve hakikati biz temsil ederiz demeye başlayıp diğer İslami grupları küçük görmeye başladılar. Bazı mensupları girdikleri yerlerde istilacı davrandılar, başkalarına hayat hakkı tanımadılar. Hak ve hakikat üzere olduklarına inandıklarından, grup adına bazı gayri meşru işler yapmaya göz yumdular. Cemaat piramidi iyi insanlardan oluşurken, büyüdükçe içine kötü niyetli insanlar karıştı. 18 Sene boyunca Amerika'da oturan lider, dar bir kadro tarafından eksik ve yanlış bilgilerle yönlendirildi. Cemaat yargı, emniyet ve askeriyede güç kazandıkça devlet çarkını kontrol edeceği vehmine kapıldı. Bir takım dış servislerle fazlaca içli dışlı oldular. Haftalık rüya seansları uydurdular. Cemaat'e bağlanan onbinlerce insana, bir gün darbe yapacağız demediler. Darbe teşebbüsüyle bu insanlara ihanet ettiler. Yüzbinlerce insanı çoluk çocuklarıyla, aileleriyle büyük mağduriyetlere ugrattılar. Bu ülkenin her kesiminden akademisyen, aydın, entellektüel, yazar, stk temsilcileri bu yapıya teveccüh gösterdi. 249 kişinin ölümüne sebep olan darbe teşebbüsüyle yüzlerce akademisyen ve fikir adamını pişman ettiler, hüsrana uğrattılar... Demokrasiden geri dönüş yok, Müslüman terörist olamaz, terörist müslüman olamaz diyen, yurt içinde ve yurt dışında yüzlerce okul açan, Türkçe'yi sevdiren, hedefinin iyi insan yetiştirmek olduğunu söyleyen, İslam ve demokrasinin, İslam ile bilim ve akli düşünmenin bağdaştığını öne süren, dünya barışı için dinler arası diyaloğa önem veren, herkesi kendi konumunda kabul ettiğini beyan edip barış içinde bir arada yaşamaya çağıran bir hareket, bir anda kibir ve güç zehirlenmesine uğrayınca, gözünü sivil alandan resmi topluma çevirdi, devleti şekillendirmeye ve sonunda zorbalıkla, darbeyle ele geçirmeye koyuldu...15 Temmuz, Cemaat ve Hizmet'in terör örgütüne dönüşünün trajik ve hazin hikayesidir... 15 Temmuz'da hain darbe teşebbüsü, 40 yıllık bir yapının illet ve ayıplarını ortaya çıkarmış oldu. Dışı hayli süslü Cemaat vazosu 15 Temmuz'da bir darbe ile yere düştü, paramparça oldu. İçinden yüz kızartıcı ayıplar, kusur, illet ve cürümler ortaya yere saçıldı... Yazıklar olsun size, hakkınızda hüsn-ü zan besleyenleri hayal kırıklığına uğrattınız. Size selam verenleri bile hapse attırdınız...”
Ali Bulaç, Hizmet hareketini darbe teşebbüsünden sorumlu tutarken,
“15 Temmuz'la ilgili medyada yer alan bilgi ve haberler ile sanık ifadelerini esas aldım. Mevcut bilgilere göre bu kanaatlere ulaştım, ileride yeni bilgiler ortaya çıkarsa verdiğim bu hükmü değiştiririm.” diyor.
Her şey gelip 15 Temmuz gecesinde yaşananlara düğümleniyor. Aslında 15 Temmuz gecesinin karanlık noktalarını Ali Bulaç'ın savunmasında görmek mümkün: O gece, saat saat 22.40'ta Başbakan, MİT müsteşarını arıyor, “Darbe oluyor ne yapıyorsunuz?” diye soruyor. MİT'in başındaki şahsın cevabı şöyle: “Birşey yok, normal, biz çalışıyoruz...”
15 Temmuz'un en karanlık noktası ise şu: O gece sivilleri kim öldürdü? Uluslararası medya o geceki ölümlerden SADAT milislerinin sorumlu olduğuna dair çok sayıda haber yayınladı. Bunun doğrulayan çok somut bir emare var: Başbakana o gece “Herşey normal” diyen MİT'in başındaki şahıs, o sırada Suriyeli muhalif lider Muaz EL Hatip ile MİT karargahında toplantı halindeydi. Yanlarında da Diyanet İşleri Başkanı vardı. Bu toplantı, neyin hazırlığıydı? İnsanları sokağa dökmenin ve vurdurmanın mı planları yapılıyordu?
Ali Bulaç çok iyi bir sosyolog... Elbette Hizmet ile ilgili sosyolojik gözlemler yapma hakkına sahip... Nitekim, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'dan önce Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet hareketiyle ilgili yayınladığı “Din, Kent ve Cemaat: Fethullah Gülen Örneği” isimli 344 sayfalık bir kitabı var. Bu kitabı çıktığında alıp baştan sona okumuştum. Ali Bulaç'ın bu kitaptaki gözlemleri olumluydu ve şimdikilerden tamamen farklıydı.
Ali Bulaç gibi bir sosyolog çok iyi bilir ki, bir sosyal hareket birdenbire değişmez. Ali Bulaç, hapishanede kısıtlı imkanlara sahip. Belki de bilmiyor. Hizmet'in başına gelenlerin asıl sebebini Hayrettin Karaman çok açık söyledi: “Gülen Fırkası, Halife'ye biat etmediği için gereken yapılıyor...”
Ali Bulaç'ın başına gelen şey de aynı değil mi? Dikkat edin Ali Bulaç, savunmasında “Cemaat terör örgütüne dönüştü. Keşke Zaman'dan ayrılsaydım, hakikaten pişmanım.” dediği halde tahliye edilmedi. Niçin? Çünkü zamanında Halifeye biat etmedi.
Ali Bulaç, tutuklanmadan önce havuz medyasının kendisini linç ettiğini, iftira dolu haberler yayınladıklarını anlatıyor ve “O zaman biletimin kesildiğini anladım” diyor. “Ahlaksız ve adaletsiz dindarların linçleri” diyor bu haberlere... “Maaş bağımlısı Ali Bulaç hükümete iftira attı” demişler. “Ali Bulaç, NATO'yu Türkiye'yi işgale çağırıyor” demişler. “Ali Bulaç, Amerika'yı anavatan kabul ediyor” demişler...
Keşke Ali Bulaç, kendisini linç eden, kendisine iftira atan medyanın yalan bilgi ve haberleriyle Cemaat darbeci ve terör örgütü oldu hükmüne varmasaydı. Saraydaki şahsın 16 Temmuz gecesi saat 03.20'de, “Bu grubun silahlı terör örgütü olduğu ortaya çıkmıştır” dediğini aktarıyor Ali Bulaç... Keşke, Saraydaki şahsın bu sözüne itibar edeceğine, darbecilerin kontrolündeki bir havaalanına nasıl inebildiğini de sorgulasaydı.
Ali Bulaç, “Şu anki bilgiler ve verilen ifadeler muvacehesinde, Cemaat-Hizmet olarak tanıdığımız oluşumun silah kullanan bir terör örgütü olduğu anlaşılmıştır” diyerek Hizmet'i itham ederken, keşke yine savunmasında belirttiği şu duruşuna sadık kalsaydı:
“Ben herkese İslam'ın şu iki ilkesinden bakarım: 1. Beraat-i zimmet asıldır. 2. Hüsn-ü zan esastır. Bu iki ilke ışığında, somut gayr-i meşru niyeti, program ve faaliyeti ortada olmayan kimselerden şüphelenilmez, haklarında tecessüslerde bulunulmaz. Hüküm için somut delil veya en azından kötü niyet beyanı gerekir...”
Savcı Ali Bulaç'ı neyle suçluyor? 17/25 Aralık'tan sonraki duruşuyla Cemaate yardım etmekten... Ali Bulaç, haklı olarak “Cemaat'in yanında duruş diye bir suç olur mu?” diye soruyor. Olmaz elbette...
Ali Bulaç'a zulmedenler ile Hizmet mensuplarına zulmedenler aynı...
Ali Bulaç hakkındaki iddianame ne kadar gerçekse, Hizmet aleyhindeki iddianameler de o kadar gerçek... Nasıl ki Ali Bulaç terörist ve darbeci değil, Milli Eğitim'den atılan 40 bin öğretmen de darbeci ve terörist değil... Ahmet Altan, tarihi savunmasında, “Bana bu iftiraları atanlar, kim bilir diğer insanlara hangi iftiraları attılar” diyordu. Keşke Ali Bulaç da böyle deseydi...
Peki Hizmet mi değişti, yoksa AK Parti mi? İsterseniz yine Ali Bulaç'ın savunmasına bakalım:
“AK Parti'yi eleştirdiğim doğrudur. Eleştirilerimi 2013'ten 3 sene önce yayınladığım Göçün ve Kentin İktidarı: Milli Görüş'ten AK Parti'ye adlı 450 sayfalık kitabımda topladım... Suriye ve Orta Doğu eleştirilerimin tamamında haklı çıktım. Hükümet yanlısı medya bana karşı amansız bir kampanya başlattı. Ancak 600 bin ölü, 7 milyon mülteci ve paramparça olmuş bir Suriye tablosunun ortaya çıkmasından sonra Suriye'ye müdahaleyi savunanlar benim dediğim noktaya geldiler... Ba'da Harab el Basra. Benim suçum bu musibeti ilk günden haber vermek mi?..”
Ali Bulaç, Hazret-i Ömer döneminden örnekler veriyor, “İslam'ın adil Halifesi, kendini eleştirdi veya farklı düşünceler ifade etti diye kimseyi terörist ilan etmedi” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Sakın Ali Bulaç'ı konuşturmayın diyen ve ben tutuklu iken hakkımda olmadık iftira atan, tezviratlarda bulunanlara şunu derim: Hukuki kural ve ahlaki normları bırakın bir kenara, düşünen insanların susturulması mertlik ve delikanlılık da değildir. Kendine güvenen er meydanına yasaklar, tehditler ve hapisliklerle çıkmaz, düşünceleriyle çıkar. Düşüncelerden dolayı hapis yatan, eli kolu halatlarla bağlanmış birinin dayak yemesine benzer... Hoşa gitmeyen yazılardan cümle cımbızlamak örgüt üyeliği veya darbeye hazırlık gibi sonuçlar çıkarmak mümkün olsaydı, suçlu olmayacak kimse kalmazdı... Bilseydim bir zaman hak ve özgürlük olan şey sonraları suç olacak, gider Çarşamba pazarında limon satar, yazarlığı konformistlere bırakırdım. Düşünce ve ifade özgürlüğü her defasında Aristo veya İbn-i Sina gibi orjinal düşünceler üretmek değil, kamu otoritesinin karar ve icraatlarını da kritik etmektir... Bir ülkede iç ve dış tehdit olması, ifade özgürlüğünü kısıtlamanın gerekçesi olamaz. Batılı demokrasilere güç kazandıran yasalar, anayasalar ve kurumlar desteğinde korunan düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Savaş halinde iken dahi İsrail'de basına kısıtlama getirilmez. Orta Doğu'nun hiçbir ülkesinde düşünce ve ifade özgürlügü yoktur. Bu yüzden otokrat rejimler, monarşiler ve diktatörler ayakta durmaktadırlar. İslam dünyası ancak ifade özgürlüğü ile bu durumdan çıkabilir. Orta Doğu rejimleri, İslam üzerine giydirilmiş deli gömlekleridir. Türkiye bir Orta Doğu ülkesi olmamalı, Avrupa Birliği standartlarında özgür ve çoğulcu bir ülke olmalıdır.”
Bu tesbitlerinde de haklı Ali Bulaç... Hizmet hareketi de aynı şeyi söyledi ve halen aynı şeyi söylüyor. O halde değişen kim?
Ali Bulaç, “Özgürlükçü, demokratik, çoğulcu ve meşruiyetçi bir İslamcılığı savundum. 1980'lerden beri ben Medine sözleşmesini savunuyorum. Bu dört ayaklı bir kubbedir: Herkese özgürlük, ahlaki dürüstlük, hukuk ve adalet, barış içinde bir arada yaşama...”
Bugünkü AK Parti'nin bu prensiplerle bir ilgisi kaldı mı? Yok...
Son olarak Ali Bulaç, Cemaat mensubu olmadığını anlatırken, iki kişinin ifadelerini delil gösteriyor. Biri Nurettin Veren, diğeri Hüseyin Gülerce...
Nurettin Veren, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Ali Bulaç için “Bulamaç” dediğini iddia ediyor. Hüseyin Gülerce ise, Hocaefendi'nin Ali Bulaç'a “Sabetayist” dediğini...
Nurettin Veren, Ahmet Altan'ın Samanyolu TV'de binlerce dolar maaşla program yaptığını da iddia etti. Bu yalanı ortaya çıkınca, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak'ın yargılandığı davada mahkeme Nurettin Veren'i tanık olarak dinlemekten vazgeçti.
Peki Hüseyin Gülerce muteber bir şahit mi? Star gazetesinden çıkarılan Ahmet Taşgetiren'in yayımlanmayan son yazısı Hüseyin Gülerce'nin kim olduğunu anlatmaya yeter bence... Gülerce sadece Hizmet'i değil, milli mücadele günlerinden en yakın arkadaşı Ahmet Taşgetiren'i de yarı yolda bırakan bir kişi...
Yazıyı Ali Bulaç'ın savunmasındaki şu cümle ile bitireyim:
“Hazret-i Ali'nin şehadetinden başlamak üzere İslam tarihine damgasını vuran tek bir mezhep vardır ki, bana göre Zalimun adını verdiğim zorbaların mezhebidir.”
Kim Zalimun, kim hak yolda, kararı siz verin...
Faruk Mercan