Bediüzzaman Hazretleri de müminleri uhuvvette, birliğe ve beraberliğe davet ederken Mektubat’ta şöyle diyor:
“İşte ey müminler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?.. Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazladır. Herbirisine karşı dayanışarak, el-ele verip müdafaa vaziyetini almaya mecbur iken; onların hücumunu kolaylaştırmak, onların İslamın en mahrem yerlerine girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik düşmanca inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın dehşetlerine ve musibetlerine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silahın, siperin ve kalen “Uhuvvet-i İslâmiye” (İslâmî kardeşlik’tir. Bu İslâmî kaleyi küçük düşmanlıklarla ve bahanelerle sarsmak be kadar vicdana ters ve ne kadar İslâmiyetin sunduğu menfaatlere aykırı olduğunu bil, ayıl!” (Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas Beşinci Vecih)
Meseleyi şahsileştirecek olursak:
“Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi, hiç hükmünde…. Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey… Âdeta sermaye ve iktidarının dâiresi, eli nereye yetişirse, o kadardır. Fakat emelleri, arzuları, elemleri ve belâları ise; dâiresi, gözü, hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. İşte bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan insan ruhuna ibadet, tevekkül, tevhid ve teslim, ne kadar büyük bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, idrak edip anlar.”
(Sözler, Üçüncü Söz)
Pek çok düşmanları bulunan insan için kurtuluş yolu da şöyle gösteriliyor:
“İşte, nasıl eğer bir adam, hem hoca, hem subay, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, o insanın, herbir dairede bir münasebeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesuliyeti, birer derece derece yükselişi ve bunlara karşı, muvaffakiyetsizliğine sebep olacak birer düşmanı ve rakipleri oluyor. Padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görüyor. Çok dillerle ondan medet ister. Âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Düşmanların şerrinden kurtulmak için, yardımını çok suretlerle talep eder… Öyle de; Cenab-ı Hakkın Güzel İsimlerinden çok isimlere mazhar, çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, Allah’a münacatında, nefis ve şeytanın şerlerinden ve kötülüklerinden Allah’a sığınmasında çok isimleri zikreder. Nasıl ki, insanlığın iftihâr tablosu ve en hakikî İnsan-ı Kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselam, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor ateşten Allah’a sığınıyor. İşte şu sırdandır ki Nâs Suresinde Rab, Melik ve İlâh isim ve ünvanları ile ‘De ki: İnsanların Rabbine, insanların Melikine (yegâne Hükümdarına) ve insanlarına İlâhına, o sinsi vesveseci şeytanın şerrinden istiâze edip sığınıyorum.’ (Nâs Suresi, 114/1-4) buyurularak, üç isim ve unvan ile istiâze emrediliyor ve ‘Bismillaharrirahmanirrahim’ de üç isimle (Allah, Rahman ve Rahîm) yardım dileme tarzı gösteriliyor.” (Yirmi Dördüncü Söz)
Kur’an-ı Kerim’de: Muhakkak ki nefis daima kötü şeyler emredip o yollara sevk eder.” (Yusuf Suresi, 12/53) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de “Senin en zararlı düşmanın iki yanında bulunan nefsindir.” buyruluyor. Şeytan da en sinsi ve dehşetli düşman olarak hazır. Yani akrebin kıskancındayız. Öyleyse hep Allah’ı anıp zikredeceğiz. Yoksa “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Haşr Suresi, 59/19) âyetinin tokadını yeriz. Sağımızdan solumuzdan bir padişahın canavar köpekleri saldırınca, yine padişahlara sığınıp “Bizi, şu canavarlardan kurtar” diye ondan yardım isteyeceğiz. İmtihan için yaratılan şeytan ve nefis canavarlarından kurtulmak için elbette Hikmet Sahibi Yaradana sığınıp yalvaracağız.