(...)
15 gün önce buradan ayrılırken kış hâlâ sert yüzünü bizlere göstermeye devam ediyordu; fakat şimdi öyle değil. Bahar insanın içine inşirah salan letafetini göstermeye durmuş. Havalar kısmen ısınmış, ağaçlar çiçek açmaya durmuş ve sessiz sessiz esen rüzgâr insanın iliklerine kadar sirayet etmeye başlamış. Kampın kapısından içeri girdiğimde her zaman olduğu gibi derin bir sükûnet karşıladı beni. Asude kelimesi sanırım binaların içiyle-dışıyla kamptaki ortamı tasvir eden en güzel kelimelerden biri. Günlük hayat içinde yüz yüze olduğumuz gürültülerden eser yok. Ne bir korna ne de egzoz sesi. Hiç susma bilmeyen telefonlar da yok. Yüksek ses diyebileceğiniz bir tek şey var; o da ezan sesi. Hayatın merkezine konulmuş namaz ibadetine çağırıyor insanı.
Sıra Hocaefendi’nin aslî misafir olduğu binanın içine girmeye geldi. Girdim. Daha ayakkabılarımı çıkartırken hissettiğim şey; derûnî bir haz oldu. Başka türlüsü mümkün değil. Derin sükûnet, derûnî hazzı doğuruyor çünkü. Arapların dediği gibi “şerefu’l mekân bi’l mekîn; mekânı şerefli kılan o mekânda oturanlarla kâimdir.” Hocaefendi, o mekânda oturmuyor; aksine o mekânı her bir santimetre karesine varıncaya kadar dolduruyor. O’nsuz bir beşinci kat düşünemiyorum ben. Hayalimi değil, yaşadığımı konuşturuyorum şimdi. Türkiye’de yıllar yılı birlikte kaldığımız mekânlarda defalarca yaşadım. Bomboş her taraf. Mekân ruhunu kaybetmiş gibi sanki. Sadece hatıralarla ayakta duruyorsunuz orada. Kilometrelerce uzakta da olsa hâlâ yaşıyor olması yanaklarınızdan aşağıya doğru saldığınız gözyaşlarınızın ceyhun olmasını engelleyen tek teselli kaynağı.
(...)