İşte Hürriyet'e konuşan Altan'ın röportajının ilgili bölümleri
Ya şimdi?
- Askeri vesayetin sıkıştığı noktada şimdi AKP sıkışıyor. 10 bin dolara binayla, köprüyle yolla gelebilirsiniz. Ama sonra yaratıcılık gerekiyor. Yeni fikirler, aletler, buluşlar... AKP kendini buna açamaz çünkü Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi gerekir.
Ne olacak peki?
- Toplum AKP’yi kenara itecek. Yol ayrımındayız. Ya AKP’yi doğal yollarla kenara itip yaratıcı, üretici bir topluma dönüşür ya da tarihinde rastlamadığı büyüklükte sarsıntı ve acıyla karşılaşır. AKP, Erdoğan’ın idaresinde bu seçimleri kazanırsa çok büyük bir devlet şiddetiyle karşılaşacağız. Kötü giden ekonomiye devlet şiddeti eklenmesi fiziksel kırılmaya yol açar.
Tarihte var mı örneği?
- İttihatçılar toplumun istediği sloganlarla geldi, sonra korkunç baskı uyguladı. AKP gibi. Birden devlet hazinesi ellerine geçti, delirmiş gibi çaldılar. Şu anda Türkiye’de bir yolsuzluk orjisi yaşanıyor. Dalgalar halinde, neredeyse ilçe düzeylerine yayılmış bir yolsuzluk örgütlenmesiyle karşı karşıyayız.
Madem siyasete girdik, oradan devam edelim ve Taraf günlerine dönelim. Bilmediğiniz bir kaynak size Balyoz belgelerini getirdi, yayımladınız. İyi bir kontrol süzgecinden geçirdiniz mi?
- Ben gazeteci olarak ne yaptığımızı söyleyeyim, siz gazeteci olarak başka ne yapılabilirdi onu söyleyin. Bunlar ordunun resmi belgeleri. Üstünde yüzlerce isim var. Sicil numaralarını kontrol ettik, hepsinin uyduğunu gördüğümüz zaman “Bu belgeler doğru” dedik. Bunlar ordunun istihbarat servislerinden çıkmış. Kimse kalkıp orduya demiyor: “Bunlar sahteyse senin istihbarat odalarına kim koydu”. O odaların şifresi, parolası, kameraları var. Kim giriyor, kim çıkıyor... Ordu beş sene içinde bir tek insanı sahte belgelerden yargılamadı. Sahte olduğunu iddia ettikleri belgelerden... Bunlar askeri vesayetin belini kıran belgelerdi. Bunu Mehmet Baransu yaptı. Bugün çocuğu hapse atıyorlar, bir de utanmadan eline kelepçe vuruyorlar. Ordu bunun gerçek olduğunu biliyordu. Aytaç Yalman diyor ki: “Kara Kuvvetleri Komutanı olduğumda ilk bir yılım Balyoz’la geçti.” Eğer gerçek değilse neden bir yılını bununla harcar ki? Bu, bir darbe hazırlığıydı. Bugün tartışmamızın nedeni, iktidarın hırsızlığını Balyoz’un arkasına saklamaya çalışması. Darbeciler Yunan tragedyası kahramanlarına dönüştü. 10 yıl önce yıkmaya çalıştıkları iktidarın önünde zırh oldular.
Bir seminerdeki konuşmaların ses kayıtları var, bir de dijital belgeler... Dava ses kayıtlarının değil, dijital belgelerin üzerine kuruldu. Savunma avukatları bu dijital belgelerle ilgili çelişkileri, tutarsızlıkları ortaya çıkardı. Örneğin 5 Mart 2003’te kapandığı belirtilen 11 no’lu CD’de calibri fontu kullanılmış. Oysa Microsoft bu yazı karakterini 2007’de kullanıma soktu. Darbe olursa yardımı alınacak şirketler, sivil memurlar var. Bu kişilerin bazıları o tarihte o şirketlerin personeli değil. El konulacak şirketler arasında ‘Recordati’ ilaç şirketi var. Oysa 2008 yılına kadar o isimde bir tüzelkişilik yok. İddianamede 2003 yılında kapandığı belirtilen bir CD’den, bu tür tuhaf veriler çıktığında bazı şüpheler duymaya başladınız mı?
- Hayır, hiçbir şekilde şüphe duymaya başlamadım. İçine biri bir şey koydu mu koymadı mı, bunu anlayabilecek durumda değilim. Bilişim uzmanları var. Hukuki bir tartışma yapmıyoruz. Gazetecilik ve gerçeği bulma tartışması yapıyoruz. Balyoz’da darbe hazırlığı var mıydı yok muydu? Bütün Balyoz konuşmalarını bir daha dinledim. Duruyor internette. Balyoz’un darbe olduğundan şüphe edenlere sadece şunu söylüyorum: Bir buçuk-iki saatinizi ayırın ve o konuşmaları dinleyin.
Fakat hapse atılan insanların o konuşmalarla ilgisi yok. Dijital belgelerde görevlendirme yazışmalarında adı geçen askerler, kurmay subaylar tutuklandı. O dijital belgeler de sorunlu. Sanki bu TSK’da bir tasfiye operasyonu gibi...
- Bu davalar çığrından çıkmış olabilir. Hukukun Türkiye’de iyi işlediğini kimse söyleyemez. Ben 100’den fazla davadan geçtim. Babam 300’den fazla davadan geçti. Bizi haklı yere mi çağırdılar, babam haklı yere mi yattı hapiste? Hayır! Tabii ki hukuk çok kötü işliyor. Ama burada söylediğimiz şey başka: Balyoz’da bal gibi darbe hazırlıyorlardı ve becerebilselerdi çok adam öldüreceklerdi. Hukukta hata varsa, ortaya çıkarsınlar, ki olabilir. Bir kere davanın kendisi çok kalabalık. Bir yüzbaşıyı, binbaşıyı yargılamanın manası yok. Adamlar emir komuta zinciri içinde. Generaller emir veriyor. Generaller için o adamları harcıyorlar.
Bu bavulu gazetenize kim getirdi?
- Hakikaten bilmiyorum, sormadım. Ben tek şey sorardım, bütün çocuklar bilir: Belgesi var mı? Belgesiz hiçbir haber basmadım. İnsanların aileleriyle ilgili tek bir haber basmadık, bunu yasakladım.
Fakat bu haberlerin insani sonuçları oldu. İzin verirseniz size bir şey okumak istiyorum. Yarbay Ali Tatar’ın kardeşi Ahmet Tatar yazmış odatv’de...
- Biz onunla ilgili, onu intihara sevk edecek bir şey yapmadık.
Kardeşi size söylüyor, okuyayım: “Bir gazeteci düşünün. Bir şeye kendini inandırmış ve bu yolda hak ihlali, hukuksuzluk teferruattan ibaret kalıyor... Bu yüzden yaşanan süreçten, acılardan, kayıplardan başka suçlularla birlikte siz de sorumlusunuz. Berk Erdem’in, Murat Özenalp’in ve kardeşim Ali Tatar’ın kanı sizin de elinize bulaşmıştır.”
- Bir yazı yazmıştım. Ergenekon davasında bir kişi kanserden öldüğünde çocuklara kızdım “Niye bunun haberini daha önce getirmediniz” diye. Keşke haberimiz olsaydı ve onun için elimizden geleni yapsaydık. Bu insanlar mazlum durumuna düştükten sonra haksız acılar çekmiş olabilirler. Büyük bir ihtimalle çektiler. Bizim onları savunma ihtimalimiz yok. Çünkü hâlâ gerçek haksızlığın ne olduğunu kanıtlamaya çalışıyoruz. Bize bunun için zaman vermiyorlar. Bir de daha sonra yaşanan mazlumiyet önceki zulmü ortadan kaldırmıyor. Ben de sana JİTEM’i, parkta sevgilisiyle dolaşırken alıp götürülen çocukları anlatayım. 17 bin ölü var Güneydoğu’da. Bunları yaşatan insanların iktidardan gitmesi için uğraştım.
Peki haksızlıklar ortaya çıktığında gazeteci olarak “Bir dakika! Hukuksuz davranıyorsunuz. Davayı özünden saptırmayın!” diyemez miydiniz? Bunu yapsaydınız mücadeleniz daha iyi sonuç vermez miydi?
- Balyoz vardı, Ergenekon vardı, insanları öldürdü. Hâlâ bunu anlatmak zorundayım. Susup, “Evet haksızlıklar var” dediğimde savunulacak kimse kalmayacak. Nasıl yapacağım bunu? Yapayım... Haksızlığa uğrayan herkesi savunmak benim görevim. İnsan olarak görevim. Ama 17 bin insanın öldüğü bir ülkede hala “Ergenekon var” diye bağırmak zorundaysam ve insanlar “Yok” diyorsa, birileri “Rejim muhaliflerinin listesini hazırladık” derken, “Darbe değildi, araya bilmem ne kattılar” dediklerinde “Darbeydi ulan” diye bağırmak zorundaysam nasıl öbür tarafa döneceğim? Sen de bana bunu söyle! Evet, 20 general darbe hazırlığı yaptı ama bu çocukların ne kabahati var? Bunu desteklerim. Ama bu haksızlığı o darbeyi saklayacakları bir kılıf olarak kullanıyorlar. Sen darbeyi kabul etmediğin zaman birinin bunun darbe olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu kim? Bu biziz.
Tüm olaylarda, perde arkasında Cemaat mi var?
- Bugün paralellik diye hukukta yeri olmayan bir suç icat edildi. İnsanları böyle korkutuyorlar. Eğer böyle bir şey yaptılarsa bunu AKP ile birlikte yaptılar. Cemaat’in AKP’den habersiz yapma ihtimali var mı? İşbirliği yaptılar, yüzde 100. Birlikte çalışmışlar, sonra kavga etmişler. Anladığım kadarıyla bunları yakalayan güç cemaat. 17-25 Aralık’ı da, Balyoz’u da... Çok da iyi yapmışlar. Bunu yaparken suç işledilerse, araya bir şey katmışlarsa bunu yakalamak zorundasın.
17 Aralık’ta mı öğrenmişler hırsızlıkları? Cemaat sütten çıkmış ak kaşık mı?
- İyi ya işte burada sorun: Niye daha önce çıkartmadınız? Cemaat’in içinden adamlar suç işlediyse diyeceksin ki: Bak kardeşim bu adam suç işledi. Bak bu suçu. Ortada bir suç yok ki. Bir paralel lafı dolaşıyor. Cemaat iktidara gelirse, gel konuşalım. Cemaat’le dövüşelim...
O zaman bu oyun hiç bitmez. Sisifos’un laneti gibi...
- Romana döneriz burada. 100 yıl önce aynı şeyler yaşanıyordu.
Türkiye “lanetlenmiş” bir yer mi, romanda bir karakterinize söylettiğiniz gibi?
- Hayır ama çok kirli bir çamaşır gibi. Bir kez yıkamakla temizlenecek gibi değil.
Öyle ya da böyle AKP demokratik yollarla iş başına gelmiş bir siyasi parti. Cemaat ise berrak olmayan bir yapı...
- Somut suçu ne? Kötülük yapma gücü kimdeyse onunla dövüş. O da iktidardır. Kiminle dövüşeceğini seçmek de bir zekâ işi biraz da cesaret işi.
Taraf’taki Genel Yayın Yönetmeni yardımcınız Yasemin Çongar geçen hafta bir yazı yazdı: “Balyoz davası birçok kişi gibi bana da kurunun yanında yaşın, darbecilerin yanında masumların da yandığı izlenimini verdi. Bundan büyük bir mağduriyet, bundan büyük bir adaletsizlik olamaz.” Ne diyorsunuz?
- Kesinlikle doğru söylüyor. Neden bir haksızlıktan yana çıkalım? Ömrümüzü bir hakkı savunmak için harcadık. Ama bu haksızlığı başka büyük bir haksızlığı saklamak için kullandıklarından net şekilde konuşamıyoruz ve tavır alamıyoruz. Yoksa Yasemin çok güzel bir yazı yazdı. Benden çok daha akıllı bir yazı yazdı.
Taraf gazetesinin bir Cemaat operasyonu olduğunu, meşruiyet kazanmak için sizin ve Yasemin Çongar’ın adını, itibarını kullandıklarını düşünenler var.
- Çok basit bir şey söyleyeceğim. Gazetede hepimizin banka hesapları 24 saatte bir kontrol ediliyor. Senelerce MİT, polis, asker tarafından dinlendik. En ufak bir ilişki olsaydı ortaya çıkmama ihtimali yoktu. Gazetenin içinde ajanlar vardı. Bir gün toplantıda çocuklara dedim: “Burada MİT’in veya örgütlerin ajanları var ama bulmaya çalışmayacağım, anlamı yok.” Bir salonda oturuyordu herkes. Herkes toplantıyı dinlerdi, isterse karışırdı. Bu gazetede gizli bir şey nasıl olacak?
Sizin bilginiz dışında olamaz mı? Gazetenin sahibinin vs.?
- Parasızlıktan kırılıyordu herkes. Bir akşam saat 11, hiç unutmuyorum. 6-7 çocuk var. Biri geldi dedi ki “Abi eve gideceğim fakat Akbil bitmiş. Arkadaşlarda da hiç para yok. Sende var mı?” dedi. Cebimde 10 lira vardı, ona verdim. Ne parası ya? Ben Taraf’a gelmeden önce Türkiye’nin en çok satan romancısıydım. Yüz yıldan beri aynı yerde oturduğumuz için bizde herkes parasını aynı bankaya yatırıyor. Orada parama bakan bir kız var. Çok Kemalist bir kız. Kişisel ilişkimiz çok iyi, kitaplarımı seviyor fakat Taraf’tan nefret ediyor. Herkes de bizim para aldığımızı söylüyor. O kız bir gün bana dedi ki: “Ahmet Bey, Taraf’ı bırakın. Bitti para!” Yani zavallı kızcağız... En şanssız Kemalist oydu!
Sizin para aldığınızı söyleyen kimse yok aslında.
- Kim aldı? O çocuklar ev kiralarını ödeyemediler. Çocuklarının okul parasını ödeyemediler. Anlatıyorum, Akbil’i yoktu be! Herkes şahit bunlara. Çocuklar aç, simit alıp yerdik. Çok güzel simidi vardı oranın! Bunlarla dalga geçerdik.
Bunu yapsaydınız mücadeleniz daha iyi sonuç vermez miydi?
- Balyoz vardı, Ergenekon vardı, insanları öldürdü. Hâlâ bunu anlatmak zorundayım. Susup, “Evet haksızlıklar var” dediğimde savunulacak kimse kalmayacak. Nasıl yapacağım bunu? Yapayım... Haksızlığa uğrayan herkesi savunmak benim görevim. İnsan olarak görevim. Ama 17 bin insanın öldüğü bir ülkede hala “Ergenekon var” diye bağırmak zorundaysam ve insanlar “Yok” diyorsa, birileri “Rejim muhaliflerinin listesini hazırladık” derken, “Darbe değildi, araya bilmem ne kattılar” dediklerinde “Darbeydi ulan” diye bağırmak zorundaysam nasıl öbür tarafa döneceğim? Sen de bana bunu söyle! Evet, 20 general darbe hazırlığı yaptı ama bu çocukların ne kabahati var? Bunu desteklerim. Ama bu haksızlığı o darbeyi saklayacakları bir kılıf olarak kullanıyorlar. Sen darbeyi kabul etmediğin zaman birinin bunun darbe olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu kim? Bu biziz.
‘Taraf okulu’ diye bir ekipten bahsediliyor şimdi. Çok tartışılan yazarlar çıktı: Emre Uslu, Rasim Ozan Kütahyalı, Yıldıray Oğur vs. Bazılarıyla koptunuz. Hatta biri için “Birkaç kuruş için oda hizmetçiliği yapan çocuk” dediniz. Bugün onları nasıl izliyorsunuz?
- Orada herkes direndi, dövüştü. Sonra epeyce bir kısmı başka bir yol seçti. Böyle olmasa iyi olurdu. Türkiye’nin çok onurlanacağı, gurur duyacağı insanlar haline gelebilirlerdi. Tercih etmediler. Herkes kendi tarihini kendi yazar. Artık onları izlemiyorum. Üzülüyorum da. Hakikaten sevmiştim. Deli bir İtalyan ailesi gibiydik. Birlikte çile çeker, çok gülerdik. Artık onlarla ilgili konuşmak istemem. Yapacak bir şey yok.
Onun kelepçeler içinde dolaşmasına razı olursam aynaya nasıl bakacağım?
Herkese belgelerimizi açtık. O dönemde Mehmet Baransu’nun altına imza attığı o haberlere gelip bakma cesaretini bile gösteremediler. Bugün utanmadan o çocuğu suçluyorlar. İktidar hırsızlığını saklamak için o çocuğu hapse atıyor ve ödlekler utanmadan o cesur çocuğun hapse atılmasını alkışlıyor. Sonra bana diyorlar ki “sen niye konuşuyorsun”. Ben neden konuşmayacağım! O çocuk benim yanımda çalışıyordu. Ben onun genel yayın müdürüyüm. Getirdiği haberleri ben bastım. Onun kelepçeler içinde dolaşmasına razı mı olacağım! Razı olursam ben aynaya nasıl bakacağım! Çocuğu alıp götürecekler ve ben de arkamı dönüp gideceğim. Sonra hayatımın geri kalan kısmını nasıl yaşayacağım?
Şu anda Türkiye’deki rejimin adı nedir?
- Yarı diktatörlük. Ve büyük ihtimalle seçimlerden sonra tam diktatörlüğe dönecek, bir felaket olacak.
Bununla mücadele etmeyecek misiniz gazeteci olarak?
- 80 milyon insanız. Bensiz yapabilirler.
Neden felaket olacak?
- Susturmak için de bugünkünden büyük şiddet uygulayacak. Başkanlık dediği şey bu. Ekonomik sıkıntıyla devlet şiddeti bir araya geldiğinde bu toplum patlar. Bunun dikişleri sadece bir yerde değil. Kürt-Türk meselesinde var, şehirli-varoş dikişleri var, alaturka-alafranga dikişleri var. Bütün dikişleri aynı anda patlar ve öyle bir kaos çıkar ki! Tweet attığı için insanlar evinden alınıyor. Evi basılıyor! Bu zaten neyin geldiğini gösteriyor. Ama AKP’liler şunu bilsin: Bu gelen şey hepimizin başına geliyor. Para kazanmayı çok seviyor olabilirler. Para kazanmanın da imkânı olmadığı bir yere gidiyoruz.