Afganistan’da ABD’nin çekilmesi ve Taliban güçlerinin kontrol ettiği bölgeleri genişletmesi yeni bir göç hareketliliğini tetikliyor. Bunun sonucunda son dönemde ülkemize binlerce Afgan göçmenin gelmesi ise göçmen karşıtı söylemlerin ve tepkilerin yükselmesine neden oluyor. Bu tepkinin büyümesinde bu yönde çaba gösteren şovenist yaklaşımların etkisinin yanı sıra hayat pahalılığını, ekonomik krizi, güvenlik kaygılarını ve hükümetin göçmen politikasına yönelik tepkiyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Bu açıdan hassas ve sıkıntılı bir gündemle karşı karşıyayız.
Afganistan’dan komşu ülkelere ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç aslında yeni bir olgu değil. Onlarca yıldır sürekliliği sağlanmış ve durmayan bir göçten bahsediyoruz. Komşu ülkeler İran ve Pakistan’da kayıtlı ve kayıt dışı 3’er milyon Afgan’ın yaşadığı tahmin ediliyor. Avrupa’daki Afgan diasporası ise yaklaşık 500 bin kişiden oluşuyor. Türkiye’de ise uluslararası koruma altında 170 bin Afgan yaşıyor. Buna kayıtlı olmayan ve yakalanıp geri gönderilenleri de eklemek gerekir. Örneğin Kasım 2019’da Göç İdaresi’nin sosyal medyada paylaştığı bilgide son 3 yılda 93 bin Afgan’ın ülkelerine geri gönderildiği belirtiliyordu.
Günümüzde Afgan göçü meselesi kamuoyunun dikkatini çekse de önceki yıllarda da bu yönde çok haber basında yer alıyordu. Örneğin geçen sene 5 Ağustos’ta 61 mülteci Van Gölünü geçerken batan teknenin içinde yaşamını yitirmişti. 18 Ağustos’ta Samsun’da 120, 19 Ağustos’ta Zeytinburnu’nda 62, Diyarbakır’da ise 35 Afgan göz altına alınmıştı. Yine bahar dönemlerinde karların erimesiyle dağlık bölgelerde donup yaşamını yitiren mültecilerin cansız bedenlerine erişildiğine dair haberleri okumak mümkün. Ancak bugün sadece göçmenlerin sayısal yoğunluğu açısından değil göçün istikameti ve geleceği açısından önemli değişimlerin yaşanacağı anlaşılıyor. Bunun özellikle çalışma yaşamına, sınıfsal dengelere ve emek sömürüsü üzerindeki etkisini kısa sürede görmek mümkün. Bu konuyu değerlendirmeden önce bazı temel konulara kısaca değinmekte fayda var.
Afgan göçüne dair bazı temel konular
Öncelikle ülkemizde yasal olarak Afganlar da Suriyeliler gibi mülteci olarak tanınmıyor. Türkiye 1951 BM Sözleşmesi’ni imzalarken SSCB ile ilişkilerini de göz önüne alarak doğu sınırlarından gelenleri mülteci olarak tanımayacağını belirtti. Suriye vatandaşları “geçici koruma” altındayken Afganlar ve diğer milliyetlerden göçmenler “uluslararası koruma” altına alınıyorlar. Afgan vatandaşlarının uluslararası koruma başvuru süreçlerinin sonucuna göre Türkiye’deki durumu netleşiyor. Genellikle de haklarında sınır dışı kararı veriliyor. Geçici koruma altındaki Suriyelilerin düzenli olarak imza verme-karakola bildirim şartı yokken Afganlar açısından bu şart geçerli. Özcesi Suriyeliler ve Afganlar farklı yasal çerçevede Türkiye’de kalabiliyor. Bununla birlikte Türkiye’nin getirdiği tanımlardan bağımsız olarak Afganların da mülteci olarak değerlendirilmeleri gerekiyor.
İkinci olarak Afgan göçünün geleceği konusunda Türkiye’nin Afganistan’daki rolü ve büyük ihtimal ülkeyi yakında tamamen yönetecek olan Taliban ile ilişkisi de belirleyici olacak. Çatışma mı uzlaşma mı olacağına göre göçün yoğunluğu ve olası güvenlik sorunları değerlendirilebilir.
Afgan göçü yeni bir olgu değil, neredeyse 40 yıldır aralıksız devam eden bir göç olgusundan bahsediyoruz. Yaklaşık 7 milyon insan halihazırda göç etti ve geride kalanlar da göç sürecini, bunun maliyetini, olanakları ve sorunları biliyorlar. İhtiyaç duyacakları ağlara ve imkanlara ulaşmaları kolay. Öyle ki sosyal medya platformlarında kaçakçılar reklam verirken göçmenler de yorum ve puan vererek müşteri olarak piyasanın şekillenmesine katkı sunuyorlar.
Bu göçün şu ana kadarki önemli bir özelliği de Türkiye’nin transit bir ülke olarak değerlendirilmesiydi. Yani İran ve Pakistan’da yaşamayı tercih etmeyen ve Avrupa’yı hedef alan göçmenler Türkiye’yi mümkün olduğunca hızlı şekilde geçip Yunanistan, Bulgaristan veya İtalya üzerinden Avrupa’ya gitmeyi hedefliyorlar(dı). Şayet göçmenin parası bittiyse, güvenlik önlemleri varsa veya hava şartları müsaade etmiyorsa, Türkiye’de para biriktirmek ve uygun şartları beklemek için kalıyorlar. Bunların bir kısmı kayıt olurken bir kısmı da kayıtsız kalmayı tercih ediyor. Zeytinburnu’nda deri atölyelerinde veya Türkiye’nin kırsal bölgelerinde tarım işçisi olarak çalışıyorlar.
Ancak bu durum değişebilir ve Türkiye bir hedef ülkesi olabilir. Bunu hem bazı Afgan göçmenlerde hem de Afrika gibi bazı bölgelerden gelen göçmenlerde görmek mümkün. Avrupa’ya geçişin masraflı ve zor olması nedeniyle fikrini değiştirip Türkiye’de hayat kurmaya çalışan göçmenler var. Bunun ana nedenleri Avrupa Birliği’nin yaklaşımı ve ev sahibi ülke iktidarının hesapları.
Avrupa Birliği’nin yaklaşımı
Öncelikle Avrupa Birliği kayıt dışı göç akışını durdurmak, mültecileri-göçmenleri komşu ülkelerde (Özellikle Türkiye ve Libya) ülkelerde tutmak için geliştirdiği politikalar göç hareketliliğine ciddi engeller çıkarmaktadır. Son teknolojilerin de aktif şekilde kullanılması sayesinde göçmenin tespiti, çoğu zaman işkence yaparak geri ittirilmesi (push-back), sınırı aşmayı başaran göçmenin de Ege adalarında her yerden izole, yüksek güvenlikli hapishane tarzı kamplarda yıllarca tutulması, göçmenlerin daha zorlu ve riskli yollara mecbur kalmasına neden oluyor. Öncesinde Ege adalarına çıkan Atina’ya gönderiliyor ve orada göçmen yolculuğuna devam edebiliyordu, artık bu mümkün olmuyor. Geçiş yine mümkün ama daha riskli ve tehlikeli.
Burada elbette sığınma hakkının AB tarafından reddedildiği görmemek mümkün değil. Diğer yandan ABD ve bazı AB ülkelerinin Suriye, Afganistan gibi ülkelerde yaşanan emperyalist işgallerin sorumlusu olduklarını da unutmamak gerekiyor. İnsanların üstlerine bomba yağdırırken, yerelde savaşan güçleri desteklerken, şehirleri yıkarken tereddüt etmemek ama oradan kaçanların sığınma hakkını reddetmek elbette kabul edilemez bir tutum.
AB ülkelerinde genel nüfusa oranla göçmenlerin oranının yüksek olduğu ve geçmişte birçok mülteci topluluğunun kabul edildiği biliniyor. Ancak bunlar da bu ülkelerdeki ekonomik durumla, sınıfsal dengelerle ilgiliydi. Bu sayede ücretleri düşürmek, yeni ucuz işgücü bulmak mümkün oluyordu. Ancak içinden geçtiğimiz süreçte, bilhassa pandeminin de etkisiyle ekonomik krizin derinleştiği şartlarda, göçmen karşıtı ve ırkçı partilerin gücü de hesaba katıldığında AB ülkeleri göçmen kabul etmek istemiyor. Buna üretilen çözüm ise “komşu” ülkelere para yardımında bulunmak ve göçmenlerin o ülkelerde istihdama katılmasını destekleyen projelere fon sağlamak oluyor.
Ev sahibi ülke iktidarlarının hesapları
Meselenin AB tarafında göçmenlere yönelik politikaları eleştirmek mümkün. Ancak bu tek yönlü bir durum değil ve “komşu”, “ev sahibi” ülkeler sadece AB baskı yaptığı için bunu kabul etmiyor. Elbette bunun dış politikada bir tehdit olarak kullanılması bilinen bir olgu. Türkiye, Fas gibi ülkeler uzun süredir AB ile pazarlıklarında kapıları açmayı bir tehdit olarak kullanıyor. Bu anlaşmanın ekonomik yanı da gözle görülür, çünkü bu ülkelere milyonlarca avro destek paketleri sunuluyor, ülkeye sıcak para akışı oluyor. İç politikada da bazı imkanlar sunulabiliyor. Bir yandan İslamcı ideolojiye uygun söylemler üretilebiliyor diğer yandan ırkçı, şovenist politikalarla yerli-göçmen ayrımını kullanmak, insanların tepkisini göçmenlere yöneltmek mümkün olabiliyor. Tabii bunun riskli olduğu açık, çünkü muhalefet de bunu kullanabilir. Göçmen karşıtı politikalarla yerli toplumun desteğini almak sadece iktidara ait bir imkan değil, muhalefet de bu alanda inisiyatifi ele geçirebilir. Türkiye’de CHP ve İYİP zaten bu alana oynuyor.
Ancak meselenin bir de sermaye-sınıf boyutu var. Türkiye’nin bir göç ülkesi olması da zaten ülkenin sosyoekonomik analizlerinde göç olgusunu yok saymanın mümkün olmamasıyla ilgili. Türkiye sadece göç veren veya transit bir ülke değil, bölgedeki diğer ülkelere göre görece gelişmiş kapitalist ekonomisiyle de göçmen istihdam eden bir ülke. Bu yeni bir olgu da değil. Uzun yıllar köyden kente iç göç ve 90’larda Kürt illerinden yaşanan göç ile sermayenin ucuz işgücü ihtiyacı karşılanırken ardından Suriyeli mülteciler bu alanı doldurmuştur. Onlara niceliksel olarak görece az olsa da diğer ülkelerden yüz binlerce göçmen (Afganistan, Irak, Kafkas ülkeleri, Karadeniz’e kıyı ülkeler, Orta Asya ülkeleri) eşlik etmektedir.
Göçmenin işgücüne talebin bir sonu yoktur, çünkü göçmen ilk geldiğinde en zor şartları kabul etse dahi yerleştikçe daha iyi çalışma şartlarını aramakta ve bunu bazen sosyal ağlarına bazen farklı mücadele biçimlerine başvurarak başarmaktadır. Bu durumda sermaye sahipleri de yeni göçmen arayışına girmektedir. Özetle Türkiye’de tekstil, deri, tarım (özellikle çobanlar), inşaat gibi sektörlerde, birçok yan sanayi niteliğindeki firmada Afganlar çalışıyor ve bu sayının hızlıca artması mümkün.
Dolayısıyla Afgan göçü ve genel olarak Türkiye’ye göçün sürekli olacağını, bu yönde bir politik irade olduğunu görmek gerekiyor. Dış politikada hem pazarlık hem para yardımı açısından faydalı olabilir, iç politikada göçmen karşıtlığı konusunda sistem partileri birbiriyle rekabet içinde olabilir, sermaye sahipleri de gelen göçmenleri kayıt dışı ve ağır sömürü şartlarında çalıştırabilir. Yerli toplumla göçmen arasına nefret tohumları ekmek de elbette insanların dayanışmasını ve işyerlerinde birlikte hareket etmesini engeller.
Bu gerçeklik karşısında emperyalist işgallerin ve kapitalist sömürünün en büyük mağduru olan, yoksulluğu ve şiddeti gündelik yaşamlarında en ağır şekilde yaşayan göçmenlere, göçmen işçilere öfkelenmek, onları hedef almak kabul edilmemelidir. Göçün sürekliliğinin, risklerinin ve olumsuz sonuçlarının sorumluları yukarıda bahsini ettiğimiz gibi işgalden, silah satışından, ucuz işgücünden kar sağlayan ve kendi hukuk kurallarına dahi uymayan sistemin temsilcileridir.