ABDULLAH AYMAZ
Bir grup arkadaşla sohbet ediyorduk. Esnaf bir
arkadaşımız: “Geçenlerde yerli Müslümanlardan birisi dedi ki; “Hüseyin
Bey, hiç kimse sana Müslüman olduğun için bir şeyler soruyor mu?” Ben de
“Hayır, hiç kimse bana bu konuda bir şey sormadı” dedim. Dedi ki: “Ama
bana bizimkiler çok soruyorlar: ‘Sen İŞİD’li misin? Boko Haram’dan
mısın? El-Nusra’dan mısın?’ diye sorular soruyorlar.” dedi.
Bu
arkadaşımız devamla “Tam tesettürlü mühtediye bir hanımefendi gelmişti.
Kendisine hidayet hikayesini sordum, dedi ki: “Bir gün trenle giderken
tesettürlü iki kız öğrenci gördüm, yüzüme bakıp tatlı ve samimi bir
şekilde gülümsediler. Diğer insanların yüzlerine baksanız ekseriyetle
yüzler asık ve dudaklar düşük… Ama bunlar niçin tebessüm ediyorlardı?
Kendilerine merakla niçin bana tebessüm ettiklerini sordum. Yine aynı
samimiyetle “Çünkü bizim Peygamberimiz (Muhammed Aleyhisselam) insanlara
tebessüm etmenin sadaka vermek gibi sevaplı bir ibadet olduğunu
söylüyor.” dediler. Çok dikkatimi çekti… “Bu nasıl bir inançtır ki,
insanların yüzlerine tebessüm etmeyi sadaka sayıyor?” diye düşünüp
araştırmaya başladım. Neticede İslamiyet'i tercih ettim. Kendimce
yaşamaya çalışıyorum.”
Bunları
aktaran Hüseyin Bey dedi ki: “Ben de aslında İslamî bir anlayıştan, bir
düşünce ve aktivist gruptan geliyorum. Zamanla milliyetçi ve İslamcı
siyasî gruplara girip çıktım. Çünkü belli bir müddet sonra vicdanen
itminan bulamadım… Bu Avrupa ülkesinde de bütün İslamî cemaatler
bulunmasına rağmen Hizmet Hareketi gönlüme daha uygun geldi. Onlarla
beraber olmak kalbim için daha tatmin edici olduğu için tercihimi bu
kardeşler tarafına yaptım. Bu tercihe sebeplerden birisini başımdan
geçen bir olayla izah edeyim.
Kaldığımız
apartmanda, hem Müslüman hem yerli komşularımız mevcut. Bir Hristiyan
komşumuz vefat etmişti. Mescitteki imama, cenazenin sahipleri tarafından
davet edercesine bir bilginin bana geldiğini söyleyip: ‘Kiliseye cenaze
merasimine gidebilir miyim’ diye sordum. “Olmaz ne işiniz var, orada!”
diye bir cevap aldım. Okuyuculardan bir komşuya sordum, o da benzer bir
cevap verdi. Halbuki bu komşu aynı zamanda Üstad’dan epeyce Risale
yazdığını söylemişti. Bir komşumuza “Gel beraber gidelim” dedim kabul
etmedi. Neticede başka bir komşumuza söyledim. İknâ edip gittim. Önce
kılık ve kıyafetimizden dolayı kilisede kapıda karşılaştığımız bazı
kimseler “Herhalde yanlış bir yere geldiniz galiba!..” dediler. “Hayır
bilerek geliyoruz.” dedik ve bir köşeye oturduk. Cenaze sahipleri çok
memnun oldular. Sonra papaz ve diğerleriyle görüşüp konuşunca büyük bir
memnuniyetle karşılaştık. Böylece apartmanımızdaki ve mahallemizdeki
diğer yerli komşularımızla kaynaşma oldu.”
“Ben
hayret ediyorum… Ebu Cehil’in defalarca ayağına giden, müşrikleri evine
yemeğe çağıran ve onların bazıları ile dünür olan Hz. Muhammed
Aleyhisselamın ümmeti değil miyiz biz? Şimdi neden böyle davranıyoruz?
Hâşâ İslâmiyet'te bir eksik bir gedik mi var da, bizi oralardan şüpheye
düşürüp kendi dinlerine çevirecekler diye mi, korkuyoruz?”
“Sadaka
yerine geçen bir tebessümü niye esirgiyoruz? Efendimiz (S.A.S.) Hz.
Hatice Validemizin servetini müşrik-Müslüman demeden insanlara ikramda
sarfetmedi mi? Bizim bu cimriliğimiz ve nobranlığımız nereden geliyor?
Gayretlerimizle insanları Hz. Ebu Bekir yapamasak bile hiç olmazsa Ebu
Talip yapamaz mıyız? Güzel İslamiyet’in güzelliklerinin gelişmesi için
yol emniyeti için bunlar hiç mi mühim değil? Efendimiz (S.A.S.)
‘İslamiyet yemek yedirmektir’ buyur muyor mu?”
Evet
İslamiyetin bir de Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle insaniyet-i kübrâ
yönü yani gerçek insanlık tarafı vardır. Bunun için ne yapıyoruz?
Senelerdir komşuluk yaptığımız bu insanları hiç iftara çağırmazsak,
kurbanlar da mânasını ifade ederek kavurma vermezsek, Hz. Nuh’un
yemeği-tatlısı diyerek Aşure ikram etmezsek, mahşer günü Hak katında
nasıl hesap vereceğiz, bir düşünelim.
Post
doktorasını Risale-i Nurlar üzerine yapmış bir arkadaşımız anlatmıştı:
“İngiltere’de akademist Müslümanlarla bir görüşmemiz olmuştu.
‘Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin’ (Maide Suresi, 5/51)
meâlindeki âyet üzerinde duruyordu. Bu husus 1910’larda Bediüzzaman
Hazretlerine sorulunca o da enfes ifadelerle bunu izah ediyor. Hatta
‘Ehl-i kitap bir kadınla evlenmeye İslamiyet izin veriyor. Onlardan bir
hanımın olsa, elbette dost olup seveceksin!’ diyor.
Efendimizin
(S.A.S.) hem ehl-i kitapla hem de daha öte müşriklerle dostane
münasebetleri olmuştur.’ demiştim. Doçent mühtediye bir hanımefendi
ayağa kalkıp, “Bu âyeti yanlış tefsir ederek benim yıllarımı
mahvettiniz. Aynı apartmanda kaldığımız, iki ehl-i kitap komşumuz var,
pırıl pırıl insanlar… Ama bu âyetin bana yanlış anlatılması yüzünden
onların selamlarına bile somurtarak geçiştirme zorunda kalıyordum.
Gerçek hiç de sizin dediğiniz gibi değilmiş!.. Ama çok geç anladım,
dedi.” Aklımızı başımıza alalım.