Abdullah Aymaz: 'Tabiat Risalesi Üzerine'

Prof. Dr. İrfan Yılmaz ve Abdullah Aymaz, Üstad Bediüzzaman'ın eserlerinden Tabiat Risalesi üzerine önemli bir çalışmaya imza attı. Günümüz biliminin ışığında Tabiat Risalesi'nin incelendiği kitap Süreyya Yayınları'ndan insanlığın istifadesine sunuldu. Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, pazartesi günkü köşesini bu kitaba ayırdı.

SHABER3.COM

          Eski inkârcılar, maddenin ezeli olduğuna kanaat getiriyor, yani sonradan yaratıldığını kabul etmiyor ve “Her şey zaman içinde olur, biter, ezelden beri böyle gelmiş, böyle gider.” diyorlardı.

         Onlar, tarihi maddecilik anlayışı içinde bir Yaradan  kabul etmiyor, dolayısı ile kainatın yoktan var edildiğini reddediyorlardı. Ama ilimlerin ilerlemesiyle, onların yanlış yolda oldukları bütün açıklığı ile ortaya çıktı. En başta dünyanın ezelden beri hep bu durumda olmadığını, belli zaman önce güneşten ayrıldığını ve yavaş yavaş ateş halinden bugünkü yaşayışa elverişli hale geldiğini modern ilim ortaya koydu. Nitekim bu husus, Kur'an-ı Kerim'de asırlarca önce “İnkar edenler görmediler (bilmedi) mi ki, önceleri gökler ve yer, bir (beraber) idi. Biz onları birbirinden ayırdık (onları açtık).” (Enbiya Suresi 30. Ayeti) buyurulmuştu. Bilhassa Zâriyât Suresinin “Göğü, Kudretimizle binâ  ettik ve Biz onu (durmadan) genişletmekteyiz.” (51/47) ayeti, ilmi gelişmelerin yeni fark ettikleri bir gerçeği bin 500 sene önce tesbit etmiştir. Kainat genişlemekte, yani yeni yeni yaratılışlara hedef  edilmekte, sonradan yaratılmış olan mekan bir tomurcuk gibi açıla açıla büyütülmektedir.

         İşte bu noktada ilimlerin yeni buluşları  karşısında en başta iddia alanı çürüyünce, yeni bir izah tarzı araştırmaya başladılar. Maalesef çok ince taktiklerle inkarlarını, bilimsellikle  maskeledikleri bazı teorilerin arkasına gizlemeye başladılar.

        Bunların çoğu, iddia ettikleri fikirlerin iç yüzünü göremiyorlar. Aslında kabul ettikleri görüşlerinin mantıken neleri gerektirdiğini de bir düşünüp anlayabilseler,  büyük ölçüde hatalarını görecekler.

        İnkarcılar, mükemmel ve kompleks bir yapıya sahip bulunan harika canlı vücutları ya maddi sebeplere, tesadüflere, kör kuvvetlere bağlıyor veya bunların kendi kendine oluştuğunu söylüyor; yahut kendi kendine işlemeye başladığını kabul ettikleri bir takım kanunlara havale ediyorlar. Halbuki gayeli şekilde gelişen, orantılı biçimde ve ahenk içinde büyüyüp hayatını devam ettiren bir canlının üzerindeki planı ve onu devamlı kontrol eden Kudreti inkar ediyorlar. Mesela tohumlar, çekirdekler ve spermler devamlı bir gelişme gösteriyorlar. Geçirdikleri her safhada yepyeni bir sanat güzelliği içinde serpilip büyüyorlar. Kör kuvvetlerin ve tesadüflerin işi olması hiç mümkün olmayan bu durum, ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaradanı gösterip dururken, inançsızlar, kendilerine göre öyle izah ediyorlar ki, aslında iddiaları pekçok çözümsüzlük ve imkansızlığı da beraberinde getiriyor. Yani mesela ben Ankara’daki “Hacı Bayram Camiine gidip, girdim.” demişsem, bu sözümle Ankara’ ya gittiğimi de kabul etmiş oluyorum. Ama kalkıp, “Ben Ankara’ ya gitmedim.” dersem, bu büyük bir mantıksızlık olur. “Bu büyük sarayı ben yaptım, ama aslında elimden küçük bir kulübe yapmak bile gelmez.” yahut “Evet basit bir anahtarı ve kilidi bile birisi yapmıştır ama ondan çok mükemmel ve harika olan beyin ve gözleri birisinin yapmış olması gerekmez. Onlar tesadüfen veya kendi kendine de olmuş olabilir.” dersem, yine feci bir yanlışlık ve korkunç bir mantıksızlığın içine düşmüşüm demektir.

         Mesela, canlıların tesadüf veya maddi sebepler tarafından yahut kendi kendine meydana geldiğini iddia edenlerden birisine,  “Bir canlı vücut mu daha üstündür, yoksa bir ilaç mı?” diye soruyorsunuz, size “Elbette canlı varlık” diye cevap veriyor. Sonra “Peki siz, ilaçtan anlayan birisi müdahale etmeksizin, tesadüfen veya kendi kendine bir ilacın meydana gelip paketlendiğini sonra da hangi derde deva olduğunun üzerine kendi kendine yazıldığını gördünüz mü veya duydunuz mu? Yani böyle bir şey olabilir mi?” diyorsunuz. “Görmedik duymadık. Olur mu öyle şey...” diyorlar. Bu sefer onlara, düşüncelerinin içyüzünü ve yanlışlarını şöyle açıklamaya çalışıyorsunuz: “Halbuki sizce nihayet bir karışımdan ibaret olan bir ilacın hiçbir insanın müdahalesi olmaksızın meydana gelmesi gerekirdi. Çünkü kainattaki nizam ve intizamın ve bilhassa iki milyon canlı türün, milyarlarca ferdinin bir yaratıcısı olmadan maddi sebebler ve tesadüfler tarafından yaratıldığını hem de bilimselliğini iddia ettiğiniz izahlarla siz ileri sürüyorsunuz. Bu kadar mükemmel şeyleri yapanlar elbette daha basitleri çok daha kolay yapmaları gerekir. Çünkü sizin düşünce sisteminiz bunun böyle olmasını gerektiriyor.” diyorsunuz, hâlâ  hatâlarını kabullenmekte zorlanıyorlar.

         Hatalarının bir sebebi de peşin fikirli oluşlarıdır. Çünkü maddenin ezeli olduğuna inanan inkarcılar, maddeyi ve maddi sebepleri hatta maddi kanunları, şu alemin ve içindeki canlı sanat eserlerinin yaratıcısı nazarı ile bakıp ona göre araştırma yapıyorlar. Halbuki buna imkan yoktur. Mesela boş bir alanda gayet mükemmel bir saray yapılmış, içinde de her türlü lüzumlu eşya mevcut. Sarayı uzaktan gören fakat bu boş sarayın nasıl yapıldığı hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir kişi de, saraya yaklaşıp peşin bir fikirle “Bu saray mutlaka kendi cinsinden bir şey tarafından yapılmıştır.” anlayışı ile içeri giriyor. Başlıyor araştırmaya, ama makul bir neticeye ulaşamıyor. “Kapı, pencere, taban, duvar vs... bunların hiçbirisi bu sarayı yapamaz.” diyor kendi kendine... Sonra “Acaba, içeride oluşup esmeye başlayan rüzgarlar, bu sarayın çimento, tuğla, cam, tahta gibi parçalarını tesadüfen buraya toplayıp bu binayı kurmuş olabilir mi? Acaba sarayı meydana getiren parçaların akıl, şuur ve bilgisi var da, kendi kendilerine mi meydana getirdiler? Yoksa saray içinde bulunan eşyanın tabiatı mı, bunu yaptı?” diye düşünmeye başlıyor. Teker teker veya toplu halde bu çeşit bir düşünce ile işin içinden çıkamıyor. Ama ne yapsın, “İleride ilim gelişir, belki de bu düşünceleri ispatlar.” diye kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor. Halbuki ilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu peşin fikrin isbatı katiyen mümkün olmayacaktır.

         “Niçin mümkün olmasın?”  denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

         Çünkü sarayın ustası, sarayın cinsinden olamaz. Sarayı planlayıp yapanın akıllı, şuurlu, hatta mimarlık tahsili yapmış, tecrübeli bir insan olması gerekmektedir.

         Bu temsilin meselemizle münasebetine gelince, deriz ki:

         İnkarcılar da, kainat ve içindekileri yine kainat cinsinden, yani madde cinsinden bir şeylerin yarattığını iddia ediyorlar. Çünkü Allah’ı (yani Kainat, madde ve yaratıklar cinsinden olmayan, yarattıklarına benzemeyen Cenab-ı Hakkı) kabul etmedikleri için kainattaki nizam intizam ve ahenge ayrıca çok harika biçimde yaratılmış canlı varlıkların var oluş sırrına bir izah getirme mecburiyetinden dolayı, kendi inançsız fikirlerine bir dayanak ve bir payanda arıyorlar. Onun içinde böyle hatalara düşüyorlar. Fikirlerinin iç yüzlerini de göremiyorlar. Aslında biraz dikkat etseler, ileri sürdükleri şeyler, doğru düşünen hiçbir aklı tatmin edecek cinsten değildir.

         Bununla beraber bazılarının evrim teorisine sarılmalarının sebebi, kendi ideolojilerini insanlara bilhassa gençlere kabul ettirmek için kullanmalarıdır. Çünkü biyolojide evrimi kabul ettirdikleri takdirde, ardından sosyal olaylarda da evrimin olduğunu, insanların ilkel toplumdan sonra köleci topluma, oradan esirci topluma, oradan sosyalist  topluma ve en sonunda en yüksek  toplum şekli komünist topluma  yükselip evrim geçireceğini kabul ettirmeye  çalışıyorlar.
         
        İşte bu yanlış anlayışlara  karşı, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin  “Tabiat  Risalesi” gerçekleri gün yüzüne çıkarıyor. Prof.  Dr. İrfan Yılmaz kardeşimizle bunun üzerinde bir çalışma yaptık.  Bu  çalışma Süreyya  Yayınlarında neşredilip istifadeye  sunuldu. İnşaallah hayırlara vesile olur…



<< Önceki Haber Abdullah Aymaz: 'Tabiat Risalesi Üzerine' Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER