Şefkat peygamberi olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, doğumundan itibaren hep ‘ümmetî ümmetî’ demiş; dolayısıyla Efendimiz (S.A.V.), davası uğruna zindanlara düşenleri elbette unutacak değildir. Getirilen her salavattan kendisi haberdar edilmektedir; elbette iman ve Kur’an davası için işkenceler altında olanlardan da haberdar edilecek ve o da üzerine düşeni yapacaktır; yapmaktadır da… M. Fethullah Gülen Hocaefendi de şöyle demektedir:
“Sıkıntılar içerisindeki kardeşlerimizi teselli etmek için Efendimiz rüyalarda görülüyor. O (S.A.V.), bizimle beraber olunca başka bir şey istemeye gerek yok bence.”
Ümmetin her ferdinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir, buyuruluyor. Hocaefendi de “Ateş düştüğü yeri yakar!” sözü bencilce bir laf; aslında “Nereye bir ateş düşmüşse, beni de yakar!” düşüncesinin şuurunda olmak gerekir, diyor. Bir grup ehl-i insaf hukukçu, adaleti savunan insan ortaya çıkıyor ve bu zulmün hesabını soruyor. Bu ateşin yüce bir feryat halinde cihana haykırılıp duyurulması gerekiyordu. Merhametsiz mafya mensupları gibi arkalarına aldıkları devlet gücüyle işledikleri cinayetler Lahey gibi adalet divanlarına getirilmesi gerekiyor. Ayrıca Büyüğümüz de diyor ki:
“Masum insanlara işkenceler yapıyorlar. Zalim insanlar. Zirvesi neyse zırvası da o! Bana öyle dokunuyor ki… Kendi kendime hep bunları düşünüyorum; şöyle yapmalı, böyle yapmalı, diyorum. Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’in dediği gibi ‘Mâ ehlameke yâ Rabbenâ’ diyorum. Nazilerin mahkemelerde dize getirildiği gibi bunlar da dize getirilemezler mi? Yaptıkları şeylere bakınca zulüm ayyuka çıkmış, zulmettikleri insanlar milyonlara ulaşmış; dünyanın değişik yerlerinde mağdur edilmiş birçok insanımız var. Birçok okulu kapatıp, el koydular. Usulüne uygun uluslararası hukuk ne gerektiriyorsa bunların peşini bırakmamak lazım. Nazi subayının 90 yaşında kıskıvrak yakalanıp, hizaya getirilmesi gibi…”
İkindi vakti güneşli bir günde, kampın yeşil çimleri üzerine serilen yaygılar üstünde oturmuştuk. Arkadaşlar, Hocaefendi’ye dünyaya deklare ettikleri HİZMETİN DEĞERLERİ hakkında yapılanları anlattılar. Aslında bunlar, hizmet gönüllerin yıllardır yaşayıp geldikleri gerçeklerdi. Kestane Pazarı yıllarından itibaren Kitab’a, Sünnet’e Risale-i Nur’lara ve Hocaefendi’nin ortaya koyduğu Pırlantalar’a bağlı güzelliklerdi. Ama umumî istek üzerine yazılı hale getirilmişti. Bunun üzerine Hocaefendi şunları söyledi:
“Eski imkanmız olsaydı, Samanyolu televizyonu gibi bir televizyonumuz olsaydı, bu güzel şeyleri herkese duyururduk ama şimdi yeniden, sıfırdan başlayıp bu mevzuda da ilerliyoruz. Değerler çalışmasının on farklı dünya diline çevirildiği söylenince: Tercümelerde de yine o milletlerin kültür değerlerini nazar-ı itibara almak lazım; bunlar önemli şeyler. Ne güzel oldu; iyi ki dışarı çıkmışım, gelip benimle dertlerinizi paylaştınız. Dert mi? Yoksa derman mı? Sizin anlattıklarınız bana derman oldu.”
Hocaefendi, normalde kendi sıkıntı ve dertlerini açmaz ama Hizmet’le ilgili olanları zaman zaman söyler ki umumi bir dertlenme olsun, ne yapabiliriz diye çareler düşünülsün. Farklı farklı kaynaklar tarafından deşifre edildiği üzere, Hizmetin aleyhinde meş’um bir plan hazırlanıp uygulamaya konuldu: Devletin bütün gücüyle hizmetin üzerine gidilecek; durmadan, ayağa kalkmasına meydan verilmeden darbe üzerine darbe indirilecek; bitirinceye kadar, kökü kazınıncaya kadar baskılar, operasyonlar yapılacak… Şimdi ortaya konan bu meş’um işler, cinayetler, haksızlıklar, hep bunların bir neticesi. Ama unuttukları bir nokta var: Bu dava Hadis-i Şerif’in ifade ettiği ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Kastamonu Lahikası’nda izah ettiği üzere KIYAMETE AYARLI bir hizmettir. Onun için, onu bitirmeye kalkışanların kendileri bitmiş; o nuru söndürmeye çalışanların kendileri sönmüştür. Kaderin değirmeni ağır ağır döner; fakat neticede ince ince öğütür… Hocaefendi bu konuda şöyle diyor:
“Her gün farklı bir kötülük planı, projesiyle sahneye çıkıyorlar ve hepimiz duyarlılığımız ölçüsünde rahatsız oluyoruz; elimizde değil.”
Lakin sabırla kaderin son hükmünü bekliyoruz…
Atlanta taraflarında yaşayan Hindistan kökenli Ahmet Zamir isminde bir üniversite talebesi ile tanışmıştım. Yaşadıkları şehirde kendisini ziyaret ettim. Havaalanına giderken yolda “Ne güzel! Baban ve arkadaşları bir merkez yaptırmışlar; orada kendi değerlerinizi öğrenirsiniz” dedim. “Bu merkez bizi korumaya yetmiyor; sizin gençlere bakıyorum hem yaşıyorlar hem de yaşatma çareleri arıyorlar; onları Allah korur.” dedi. Hocaefendi de bu konuda şöyle söylüyor: “Başkalarına hayat üfledikçe biz de canlı kalırız. Sönmemenin, ölmemenin yolu, başkalarına hayat üflemekten geçer.”
Senelerdir büyüğümüzün bizlere üflediği ruh bu işte!
Hayır zannettiklerimizde şer; şer zannettiklerimizde hayır olabilir. Biz gaybı bilmiyoruz. Herşey ayan beyan ortaya çıkınca o zaman asıl sır ve hikmeti anlayabiliriz. Sadme-i ûla’daki yorumlarımız travmatik bir anlayışın değerlendirmeleri olabilir. Onun için, sabırla meselenin neticelenmesini beklememiz gerekiyor. Bir de bu hususlarla ilgili Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduklarını esas almamız icap ediyor:
“Cenab-ı Hakk’ın takdirini, hesabını bilemeyiz. Deyip ettiklerimizin, O’nun rızasına uygun olup olmadığını bilmiyoruz. Bazen kendi çelişkilerimiz oluyor, ikilem yaşıyoruz.”
Çağlayan dergisindeki yazılardan Hukukçu İsmet Bey’in yazısına atfen bir değerlendirmede bulunan Hocaefendi, tarihi tekerrürler devr-i daimisini ele aldı. Aslında tarih ibret almak için okunmalıdır; ibret alınmadığından benzer şeyler tekrar edip duruyor. Bu tekrarlar elbetteki aynı ile değil, bilakis misliyle cereyan ediyor. Çünkü, her birerlerinde şekil, suret, atmosfer itibariyle ayrı ayrı isimler tecelli ediyor.
“Çağlayan’da, Naziler için kurulan mahkemelerle ilgili bir yazı vardı. Yazı, hizmete yapılan zulümlere bağlanarak bitiyor. Yazıda, çok detaya girilerek, kime ne ceza verildi, kimler intihar etti, kimler kaçarak kendisini kaybettirmeye çalıştı, hepsi anlatılıyor.”
Cenab-ı Hak, Halîm’dir, Sabûr’dur ama Gayretullah’a dokunup bir de azap pençesine düşecek olurlarsa artık onların iflâh olması asla mümkün değildir. Onun için insanın sık sık muhasebe ve durum muhakemesi yapması gerekir. Allah, aklımızı başımıza toplamamız için imhâl edip mühlet verir; ama asla ihmal etmez. Tarihe bir bakalım; kendi haline bırakılmış bir Nemrut, bir Firavun, bir Despot, bir Tiran kalmış mıdır? Hepsi toprağın altında, kabirin öbür tarafında hesap veriyorlar…
“Şirretlik ve zulüm belli bir noktaya ulaşınca, Nezd-i ulûhiyette Gayretullah’a dokunması var. İnsanlar arasında da yapılan zulümler bir noktaya ulaşınca birlik olup zalimleri cezalandırmaları gibi kaderin tecellileri var… Bir de Allah huzurunda ne diyecekleri ne edecekleri belirsiz.”