Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1911’de neşredilen Muhakemat’ın giriş bölümünde yazma sebebini şöyle izah etmektedir:
“Evet, ne yazık ki biz, İslâmiyet'in asıl ve özünü bırakarak zâhirine ve kabuğuna takılıp kaldık. Yanlış anlayışımızla İslamiyet'in hakkını veremedik ve lâyık olduğu saygıyı gösteremedik. O da bizden nefret ederek evham ve hayallerin bulutlarına sarılıp gözlere görünmez oldu. Haklıydı da çünkü biz İsrâiliyatı İslamiyet'in usûlüne, yani uydurmaları onun asılları yerine; hikâyeleri akîdelerinin içine; mecâzları da hakikatlarının arasına karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada terbiye edip edebimizi takınmamız için zillet ve sefâlet içinde bıraktı. Bizi yine de ancak İslâmiyet'in merhameti kurtarır... Öyleyse tekrar ona halimizi arz edip, sadakat elimizi uzatarak biat edelim ve onun kopmaz ipine sarılalım…
Yakinen inanalım ki Hak mutlaka gelişecektir; her ne kadar bir tohumun muvakkaten toprak altında gizlenip sonra meydana çıkarak büyümesi gibi bir gecikme göstermiş olsa bile... Hakkın taraftar ve savunucuları, her ne kadar zaman ve zeminin müsait olmayan acımasız şartları yüzünden az ve zayıf olsalar da yine de muzaffer olacaklardır.
1911’de yazdığı bu eserle Üstad’ın Kur’an feyziyle sürmelenmiş gözleri, Hak ve taraftarları için bir fetretin farklılığını önceden sezmiş ve isabetle hükmünü vermiştir... Gerçekten de böyle bir fetret yaşanmıştır.
İstikbâl inkılâpları içinde en yüksek ve gür sadânın İslâmiyet olduğunu bir hiss-i kablel vuku ile sezen bu ulu gönül; İslâmiyet'in geçmiş dönemlerde cihanın her tarafına tamamen yayılamayışın sebeplerini de sekiz engel olarak burada ele almıştır.
Bu mâniler önce ecnebilerde ve bizde olmak üzere ikiye ayrılır. Ecnebilerde olanlar: Taklit, cehâlet, taassub ve din adamlarının yanlış önderliği olmak üzere dört çeşittir. Bizdeki mâniler ise: Çeşitli istibdadlar (siyasî ve ilmî...) dürüst olmayış ve ümitsizlik olmak üzere üç çeşittir... Sekizinci mâni ise her iki tarafta da bulunmaktadır... Yani hem biz hem ecnebiler, İslamiyet'in bazı meseleleriyle bazı fenni mevzuların birbiriyle çelişip çatıştığını zannetmemizdir. Bu yüzden bizimkiler gelişen fen ve teknikten uzak kalıp dünya saadetinden mahrum kaldılar. Ecnebiler de bunu mazeret gösterip Müslümanlık dinini kabul etmediler ve âhiret saadetinden mahrum kaldılar.
İşte bu son mani, ifrat ve tefrit ehlini de doğurdu. Onun için Üstad ifrat ehli olan ahmak dostları uyarıp zâhirperestlikten vazgeçirmek için onların vehimlerini tard ediyor; tefrit ehli olan din düşmanlarının da ortaya attıkları şüpheleri reddedip yüzlerine çarpıyor.
Üstad, Ulema Reçetesi olan bu Muhâkemât Risalesini yazmaktan maksadının, İslam'ın elmas kılıcına saykal vurmak olduğunu söylüyor. Zaten her yüz senede bir gelen vazifeli zâtlar, İslamiyet'e bir şey ilâve etmeden ve ondan hiçbir şey eksik etmeden; insanların anlayışlarında kendi gafletlerinden dolayı matlaşan ve pörsüyen hakikatlere asra uygun cilayı vurup taptaze bir şekilde onları takdim etmektir...
Bu bölümün sonunda şöyle bir soru var: “Senin bu telaşına ve bilinen ilimler hükmüne geçen şeylere delil getirmeye ne lüzum var? Zira fikirlerin birbiri arkasından gelip birbirine katılması ve destek olması ve tecrübelerin keşifleriyle apaçık hale gelen meselelere delil getirmek, bilineni bildirmek demektir?” Yani artık dünyanın yuvarlaklığını bilmeyen ve kabul etmeyen kalmadı; bundan sonra onu ispatlamaya gerek kalmadı...
Buna karşı, Üstad diyor ki: “Maatteessüf, benimle şu zaman parçasında beraber yaşayanların cümlesi, gerçi, sûreten hicrî on üçüncü asrın çocuklarıdır. Fakat fikir ve ilerleme yönünden orta çağın yadigârlarıdır. Güya şu asırda bizimle beraber yaşayanlar, aslında hicrî üçüncü asrın sonundan hicrî on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veya numûne ve hülâsı veyahut melez bir kavimdirler. Hatta bu zamanın çok bedîhî ve apaçık olan delil ve isbat gerektirmeyen meseleleri vardır ki, onlara göre bunlar mevhûm, hayâlî şeyler sayılır.”
Biz 1970 yılında Ege Üniversitesinden bir grup arkadaşla bir doktor ağabeyin evinde bu bahsi okuyorduk. Ben buna örnek olarak “Bugün için bazıları maalesef; Aya gidilmedi; nasıl gidilir ki, Ay bir nurdur.’ diyorlar” dedim. Orada bir köşede bizi dinleyen yaşlı bir kişi (ev sahibi doktor ağabeyin kayınpederi); “Yani şimdi Ay’a gidildi mi?” dedi. İçimden “İşte Üstadın işaret ettiklerinden birisi!.” dedim. Sonra ona Kur’an’da geçen ifade ile Aya nur; Güneş’e ziya denilmesinin sebebini: “Çünkü ziya; hem ışıktır hem ateştir. Yani her ikisini de içinde bulundurur. Ama nur sadece aydınlıktır. Güneşte hem ateş hem ışık olduğu için ona ziya denilmiş; Ay ise güneşten yansıyan ışıkla bir aydınlığa sahip olduğu ve geceleri o aydınlığa bize aksettirdiği için ona nur denilmiştir... Ayrıca İsrâ Suresinde “Biz gece ve gündüz için (Güneş ve Ay’ı) birer âyet (işaret, alâmet) kıldık. Ve hemen gece âyetini (Ay’ı) mahvettik (sildik, söndürdük) ve gündüz âyetini (Güneş’i) gösterici kıldık.” buyuruluyor. (İsrâ Suresi, 17/12) Çünkü bunlar ilk yaratılışta sistem olarak aynı hamurdan ateş parçası olarak var edilmişlerdi. Cenab-ı Hak, kütlesini küçük yaptığı Ay’ı zamanla soğutup ateş ve ışığını giderdi. Büyük bir ateş parçası olarak yarattığı Güneşi de ışık saçan ve aydınlık veren bir gösterici olarak bıraktı. Tekvîr Sûresindeki âyetin “Küvvirat” ifadesinden anladığımıza göre bir zaman gelecek Güneş de körletilip karartılacak veya kürünüp atılacaktır. Şu anda Güneş üzerindeki lekeler bu körletmenin devam ettiğini de göstermektedir...