(...)
1966'dan beri Büyüğümüzü tanıyorum, bildim bileli tavrının böyle olduğuna şâhidim. Hatta bazan bana fazla geliyordu. Yani ilim, takva bakımından çok çok dûnunda olanlara karşı tavırları işin doğrusu beni üzüyordu. “Bu kadar da olmaz!” dedirtiyordu. Ama karşı taraflardan böyle muamele görmüyorduk. Yirmi çocuğunuz olsa, “Haydi şunların ismini bir say” deseler, sayamaz ve çoğunu unutursunuz.
Lâf arasında iki-üç defa şahit oldum, Hocaefendi, bugün cemaatlerin ileri gelenlerinin isimlerini bir çırpıda söylüyor ve bizim de öyle namazdan sonraki dualarımızda söylememiz için teşviklerde bulunuyor. Bunları yeminle ifade ederim. Yine biliyorum ki, Türkiye'de iken onları ziyaret eder, yaşlıların, kendi yaşında olanların ellerini öperdi. Bayramlarda, hizmetlerini takdir eden uzun cümlelerle tebrikler yazıp gönderirdi. Benim aklımda kaldığına göre Süleyman Efendi Hazretleri'nin merhum damadı Kemal Kacar Hocaefendi'den başka karşılık veren bile olduğunu bilmiyorum…
İzmir'de başlayan bu hizmeti bitirmek için yapılanlara da şahidim… Ciltlerle kitap olacak hakaret mektuplarını Mehmet Ali Hocama, kendisine gelen ve beyninden vurulmuşa döndüren mektupla beraber hasta yatağında yatarken sobada hepsini birden yaktırıp, “Unutalım bunları biz işimize bakalım.” dediğini de çok iyi biliyorum…