1910’larda Üstad Bediüzzaman Hazretlerine “Osmanlı Ordusunda gayr-i Müslimlerin asker olması câiz mi?” diye bir soru soruluyor. Buna dört madde ile cevap veriyor:
Birincisi: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli AYI ile boğuşurken, kadınlar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettikleri için size ayıp mı oldu?
İkincisi: Peygamber Aleyhisselatü Vesselamın Arap müşriklerinden muâhid (İslam hükümeti ile antlaşma yapan) ve halîfleri (yemin ederek sözleşme yapanlar) vardı. Beraber savaşa giderlerdi. (Kadisiye filminde İran Komutanı Rüstem, Müslümanlar namaz kılanları ve bir de kenarda durup kılmayanları görünce, “Bunlar kim? Bunlar Müslüman değil mi?” diye soruyor. “Bunlar Müslüman değil ama sözleşmeli ve yeminli anlaşmalı Araplar” diye cevap veriyorlar.)
Üçüncüsü: İslam devletlerinde, velev ki, nadiren olsun, gayr-i Müslümler askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şâhiddir…
Dördüncüsü: Neslen ve serveten gerilememize ve gayr-ı Müslimlerin ilerleyip gelişmelerine sebep, askerliğin sadece Müslümanlara münhasır olmasıdır. Zira bundan kaç asır evvel, şu devletin İslamî nüfusu 40 milyondan fazla idi. Şimdilik, içimizdeki o gayr-i müslimler, o vakitte yalnız 5-6 milyon idi. O zaman servet ve ticaret elimizdeydi. Halbuki biz 20’ye yuvarlandık, fakirlik bataklığına düştük; onlar fakirliğin ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, 10 milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Mesela, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasiyle evlenmezler. Şayet evlenseler, memuriyetin zorlamasiyle kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, hayat mahsüllerini zâyi edecektir. Delil istersen Van’a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergahını aç, bak göreceksin, Ermeni evi on sağlam gösterecek, İslam evi iki zayıf bürhanı, ibret nazarına arz edecektir.” (Münazarat Risalesi)
Yani Ermeniler de bizim vatandaşlarımızdır, bu vatan onların da vatanlarıdır. Bir savaş çıkarsa onlar da bizim gibi bu vatanı korumak için savaşacaklardır. Asırlarca teba-i sâdıka olarak bu vatana hizmet etmişlerdir. Onlardan mâliye bakanları çıkmıştır.
Bu güne bu sürece gelince, durumlar çok değişmiştir. Bugün bize zulmedenlere dıştan ülkemizi işgal etmek için gelen düşmanlar değildir. İçtendir. Hem de bu zalimlik ve gaddarlık sadece bu Hizmete mensup insanlar değil, bilakis kendilerine biat etmeyen herkestir. Durum böyle olunca onlardan haksız görenler de bunların zulüm ve haksızlıklarını haykırıyorlar. Şimdi bizim safımızdaki bu mazlum ve mağdurlara “Sizin de zamanında şöyle bir yanlışımız vardı.” Diyerek onlarla uğraşmamız doğru değil. Eskilerin şöyle bir sözleri vardır: “Bana düşmanlık yapanın düşmanı şimdi benim artık düşmanım değildir.” Bu meşhur sözü biraz yuvarlayarak ifade ettim. Aslında “Biz muhabbet fedaileriyiz. Biz sulh-u umuminin temsilcileriyiz.” diyenlerin pek düşmanlık kelimesini kullanmaları hoş kaçmaz. Düşmanlık yapanları Allah’a ve Allah’ın şaşmaz adâletine ve eğer bir gün kurulursa âdil mahkemelere havale edelim gitsin…
Cepheyi genişletmeyelim. Mazlumlara aynı safta bize düşenleri yapalım… Üstadın verdiği benzer bir misalle: Siz tatlı su bulmak istiyorsunuz. Onun için yeri kazıyorsunuz. Birileri gelmiş onlar da saklanacak bir yer arıyorlar onlar da onun için kazıyorlar. Başka birileri bahçe sulamak için sizinle o yeri kazmak için yardım ediyorlar ve hâkeza… Niyetleri ne olursa olsun, herkes aynı hedefe hizmet ediyorsa, onlarla münakaşaya gerek yok. Onunla bununla uğraşıp cedelleşirken ana hedefi unutup, başarısız kalabiliriz.
Ayrıca Üstad’ın “Ayının böğrünü dürtme” diye de bir ikazı var. Bunu da unutmayalım; dikkatli olalım.