ABDULLAH AYMAZ
Lâle Nur’un yazdığı ve Süreyya Yayınları’nda neşredilen Arayış romanını merakla okudum. Pek alâkası görülmese de, ben bu hayat serüveninde, 1880’lerde kurulu Hak Dini Arayanlar Cemiyeti’nin arasından Aleksander Rassel Amika’dan Filipinlere giderek İslamiyet’i tanıması hikayesini hatırladım…
Romanda ismi geçen Sabiha, laik bir eğitim alıp profesörlüğe kadar yükselmiş olmasına rağmen bir türlü içindeki boşluğu dolduramayınca Afrika’ya, Namibia’ya geziye gidiyor. Tefekkür maceralarında yer yer Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni, zaman zaman da Lemaat Risalesi’nin manzumelerini hatırladım.
Bazı bölümler aktarmak istiyorum: “Denizden kıyıya doğru kesif bir rüzgar esiyordu. Kıyıya vuran dalgalar ve rüzgarın sesi, bir tabiat orkestrasına dönüşmüş ezgiler çalıyorlardı. Notalar uçuşuyordu havanın her bir zerresiyle kol kola. Her şeye ayrı ayrı bakıyordu. Sabiha, bakmanın ötesinde kalbinin içine çekiyordu onları. İçiyordu âdeta. Her bir melodiye kulak kesilerek dinliyordu. (…)
“Oysa burada hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Hayatının seyahati asıl şimdi başlıyordu Sabiha’nın. Bambaşka bir seyahatti bu başlayan. Sabiha’nın kendi yüreğinin en derinliklerine seyahatti…”
“Beyaz, kül rengi tüylerinin ortasındaki gözlerini çevreleyen turuncu bölge ve başından yükselen tüyler, siyah kanat uçları ve bacaklarıyla büyüleyici bir güzellik ve ihtişam sergiliyordu Sekreter Kuşu. Birbirinden özel büyüleyici karakterler içeren doğu masallarından çıkıp gelmiş bir kahraman gibiydi. Sabiha not defterine kısaca şöyle yazdı: ‘Sekreter kuşu, tek kelimeyle şahane görünüyor. Fakat yılanlara tekme tokat girişiyormuş avlanacağı zaman. Hayret ki, ne hayret!”
“Sabiha, efsunlanmış gibi gökyüzüne mühürlemişti gözlerini. Safari araçlarının tüm ışıklarını kapattılar. Sonra da tek tek kumların üzerine sırt üstü uzandılar. Hayranlıkla gökleri izlemeye durdular. Yeryüzünün ışıkları sönerken göklerin ışıkları yandıkça yandı, pırlantalar gibi koyuverdiler kendilerini. Yer ekranı kapanmış, gök sahnesi ışıklarını yakmıştı şimdi. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar ihtişamlı bir güzelliğe şahit oluyorlardı.
“Doya doya seyretti bir eşsiz sahneyi Sabiha. Sonra da kalkıp yürümeye başladı. Yerde değil göklerde atıyordu sanki adımlarını. Bir Kızıldereli şiirinde geçtiği gibi: ‘Gökyüzünde yürüyorum / Yanımda bir kuş…’
“Çöl de, insanlar da, hatta tüm taneciklerde yıldızlarla bezenmişti sanki. Yerdeki her şey efsunla bir aynaya dönmüş, yıldızların ışıltısını yansıtıyordu. Karanlığın içinden uzanan milyonlarca mücevher, sayısız ışık hüzmesi, sonsuz bir âhenkle her bir şeyin üzerine konuvermişti.
Çöl, kendi varlığını emsalsiz bir gökyüzü panoramasında eritip gitmişti bir anda.
Göz kamaştırıcı bir büyü tozu serpilmişti göklere ve yerlere.
Gece… Ah gece!.. Bağrında nice sırlar saklıyordu.
Mevlânâ’nın, “Gecelerde yürü. Zira gece sırlar rehberidir. Geleceyin gönül kapıları açılır. Yapılan işler yaban gözlerden gizlenir.” sözleri düştü Sabiha’nın aklına, yüreğine. (…)
“Ne kadar acınası, garip bir durumdu şu zâlim insanın kendi kendisine yaptığı! Şaheser bir görsel şölenin altında gözlerini kapıyor, resmen kendisine zulmediyor. Âdeta ruhuna kastediyor, kendi elleriyle boğuyor ruhunu. Zihni bu ve benzeri düşüncelerle yoğrulurken, kaldıkları yere ulaştılar. Vakit neredeyse gece yarısını bulmuştu.”
“Sabiha kumların üzerine oturmuş ellerini kum tanecikleri arasında gezdiriyordu. Onlarla bütünleşmişti âdeta. Avucunun içerisinden, parmaklarının arasından akıp giden kum zerrelerini inceliyordu, tek tek. Tanelerin her biri ayrı renkte gibiydi. İlk bakışta aynı görünseler de her bir zerre farklıydı. Farklı renkte, farklı boyutta ve şekilde. Her bir kum tanesi ayrı bir tabloya dönüşmüştü sanki. Her biri eşsiz bir tabloya… İşte kum taneciklerinin de maskesi düşüyordu yavaş yavaş. Galiba gerçek yüzleri, hakikatleri ortaya çıkıyordu.”
200 sayfalık kitaptan benim aktarabileceklerim ancak bu kadar… Arzu ederim ki, kitapla başbaşa kalın…