İşte Emine Ulu'nun dikkatleri çeken 'Bir ezan hikayesi' başlıklı o yazısı;
Ayrılığın üzerinden tam 70 yıl geçmişti…
70 yıl olmuştu kardeşlerini görmeyeli…
Ezan-ı Muhammedi’yi duymayalı 70 yıl olmuştu…
Bir sınır çizgisi ayırmıştı kardeşi kardeşten. ..
Saime Teyze köklerinden ayrıldığında 10 yaşındaydı . Büyümek zorunda kaldığı bir çocukluk düşmüştü payına.
Tam 70 yıl zor günlerden geçmişti… Zor günler taa içlerinden geçmişti de neredeyse bir şey bırakmayacaktı değerlerine ait…
Evlatlarına göre senede bir ay mide hastası oluyordu Saime Teyze, yemek yiyemiyordu. Nedense akşam saatlerinde ağrısı geçiyor yemek yiyordu. Ramazan, namaz, oruç kelimeleri 70 yıldır yasaktı dillerine çünkü…
Camilerin ahırlara çevrildiğini görmüştü bu gözler. Allah diyenlerin sürüldüğüne, bin bir zulme maruz bırakıldığına şahit olmuştu. Bu yüzden ciğerparelerini mahrum bırakmışlardı her şeyden. Belki bir gün kardeşleri gelir onların da elinden tutan olur ümidiydi onları ayakta tutan…
Kur’an-ı Kerimi örtüler arasına sarıp toprağa gömmek zorunda kalmışlardı. 70 yıl boyunca yıpranan Kur’an-ı Kerimin silinmiş sayfalarından ezberledikleri yarım yamalak duaları vardı sadece. Fatiha eksikti dillerinde, ihlâs suresi yarımdı… Ama onların tam olarak sığındıkları liman, Allah’a (c.c.) uzanan sağlam ipleriydi. Belki bir gün kardeşleri gelir, eksikleri tamamlar ümidi hep vardı…
Eşi her akşam radyoyu alır şehrin Türkiye’ye en yakın ucuna giderdi Saime Teyze’nin. Türkiye’den bir ses seda duymaya çalışırdı… Her gün sabah akşam evin üzerine çıkar, Türkiye tarafına doğru kulak kabartırdı ezan duymak için… Bir gün duyacağına dair umutları tamdı.
Molla Ahmet Amcaları vardı köylerinde. Eski günlerden anlatırdı hep. Hikâye gibi dinlerlerdi. “Türk gardaşlarımız gelecek bize kömek (yardımcı) olacaklar” derdi hep. “Acaba gelirler mi?” “ Unutmuştur onlar bizi” cümlelerine pek hiddetlenirdi. Kaşlarını çatar, sevimli buruşuk yüzü sertleşir, heybetlenir, işaret parmağını sallayarak “ Benim adımın Molla Ahmet olduğuna nasıl eminsem gardaşlarımızın geleceğinden de öyle eminim” diye gürlerdi adeta. Nasıl böyle kati konuşurdu bilmezlerdi ama bu cümlelerin Saime Teyzelerin yaşama sevinci olduğu kesindi.
Ümit, hasret, gurbet duyguları bazen yerini, ümitsizlik, bıkkınlık, yorgunluk duygularına teslim etse de tam 70 yıl çalkalanıp durmuşlardı Sovyetler Birliği toprakları üzerinde… 70 yılın sonunda bir gün olmaz denen olmuş, yıkılmaz denen yıkılmış ve Sovyetler Birliği dağılmıştı. İrili ufaklı birçok devlet kurulmuştu yerlerine. Saime Teyzelerin ülkesinin adı artık Gürcistan’dı. Yeni devletin şaşkınlığı ve iç kargaşasının olduğu günlerde yaprak dökümü başlamıştı. Çünkü artık yaş kemale ermiş, Rabbin dünya adına verdiği fırsatlar bir bir tamamlanmış, dünyadan göç mevsimi başlamıştı. O yolculardan biri de Saime Teyze’nin eşi Elgün Amca’ydı. Şartların en zor olduğu günlerde evlenmişlerdi. Savaş, açlık, kıtlık, istibdat, jurnal dönemleri geçmişti evliliklerinin üzerinden. Daha kötüsü çocuklarını bu baskı altında büyütmüşlerdi. Ama el ele vermiş, ümidi hiç elden bırakmadan, birbirlerine dayanarak bu günlere gelip kök salmış bir çınar gibiydiler…
Eşinin rahmete gidişinin daha çok taze olduğu günlerdi. Bir ses duydu Saime Teyze:
Allâhu ekber Allâhu ekber
Yaşlı kadın başındaki tülbendi açtı, kulağının arkasına iliştirdi ve tekrar kulak kesildi:
Allâhu ekber Allâhu ekber
Yerinden ok gibi fırladı ve sesin geldiği tarafa doğru koştu:
Eşhedüenlâilaheillâllah
Evet evet duyduğu ezandı. Hem de mahallenin ortasında davudi bir sesle okunuyordu. Nasıl olurdu bu? Rüyada mıydı acaba? Saime teyze etraftan akın akın toplanan insanlara baktı. Demek ki onlar da duyuyordu.
Eşhedüenlâilaheillâllah
Yine de emin olmak istedi yanındakilere sordu “siz de duyuyor musunuz? Doğru mu duyduklarım bu ezan-ı Muhammedi mi?”
Eşhedüennemuhammederresulullah
Saime Teyze bir çığlık atıp yere yığılıverdi. Etrafındakiler onun yüzüne gözüne su serptiler, ellerini ovdular. Kendine geldiğinde davudi ses “hayyealelfelah” diyordu. Saime Teyze ayağa fırlamak istedi ama gücü yoktu. Komşuları koluna girerek güçlükle ayağa kaldırdı:
“Türk gardaşlarımız geldiler, görüyor musunuz? Doğruymuş hepsi! Bizi unutmadılar, geldiler!” diye bağırdı ve Saime Teyze tekrar kendinden geçti.
70 yılın acısı, hüznü, hasreti sel olmuş Tiflis sokaklarından aşağı akıyordu adeta. Ayılanlar, bayılanlar, molla bir daha oku diyenler… Gelenlerin yakasına yapışıp “70 yıldır nerdesiniz insan hiç mi gardaşını merak etmez, biz öldük burada” diye hesap soranlar…
“Molla gurban olayım bir ezan daha” nidaları Tiflis meydanında çınlıyordu. Öyle ya; kulakların pası silinmeliydi, Tiflis semaları bu ulvi davetle inlemeliydi... Saime Teyze bir ara kendine geldi ve beni mollaya götürün diyebildi. Kalabalığın arasından sıyrılıp mollanın yanına geldiklerinde ezan yeni bitmişti. Saime Teyze molla dedi Mehmet Şevki Bey’e “ne olur bizimki …“ diyebildi güçlükle ve yine yığılıverdi. Bir türlü anlatamıyordu derdini. Yanındakiler tekrar omuzlarına girip ayağa kaldırdı. Saime Teyze son bir gayretle derdini anlatabildi:
Bizim ki yani çocukların babası bundan 12 gün evvel rahmete gitti, toprağa bastık. Fakat men onu gördüm göreli, men onu tanıdım tanıyalı evimizin üst katına çıkar Türkiye bu taraf derdi. Gecede üç beş defa günde belki on defa çıkardı kulağına Türkiye’ye çevirip inlemeye başlardı:
“Rabbim kul Sen’in, kulak Sen’in. Bir ezan sesi duyayım da öyle canımı al” diye yalvarırdı. Bilir misin molla ezanı duymadan, okuyanı görmeden rahmete gitti. Ne olur bir de bizim evde oku ki bastığı toprak inlesin. Elbiselerini bir yere vermedim molla ne olur onlar dinlesin…
Mehmet Şevki Bey “ana cana minnet” deyip düştü Saime Teyzenin peşine. Elgün Amcanın hasretini gidermek için onun bastığı yerlere bastı, onun baktığı yöne baktı ve bir kez daha ezan okudu.
Allâhu ekber Allâhu ekber
Daha ilk “Allahuekber’de” Saime Teyze kendinden geçmişti. Yüreği yaşadıklarını kaldıramıyordu. Evlatları etrafında kelebekler gibi dönüyordu. Kimi su serpiyordu, kimi bileklerini ufalıyordu. Neden sonra g özlerini açtığında davudi sesin kesildiğini fark etti. Ezan bitmiş miydi acaba? Yine mi dinleyememişti? Telaşla etrafa göz gezdirirken Mehmet Şevki Bey’i gördü. Ne yapıp edip dinlemeliydi zira 35 yıllık hayat arkadaşının hayali gerçekleşiyordu. Sanki o dinlerse Elgün Amca’da duyacaktı. Mehmet Şevki Bey kaygısını anlamıştı. Yaşlı kadının yanına çöktü ve kırk yıllık kardeşin vereceği samimiyet ve sıcaklıkla: Anacığım dedi sen biraz toparlanınca ezanı okuruz inşallah. Yaşlı kadın yanındakilerin yardımıyla ayağa kalktı, yere sağlamca bastı. Sanki ulu bir çınar ayağa kalmıştı. Gür bir sesle “oku evladım” dedi. Sanki hiç yıkılmamış gibiydi.
Allhuekber Allahuekber…
Ezan bittiğinde Saime Teyze’nin biriktirdiği güç de bitmişti. Yaşadığı duygu fırtınasına kalbi yenik düşüyordu. Yarı baygındı ama bir şeyler söylüyordu. Mehmet Şevki Bey eğilip kulak verdi bu samimi kulun söylediklerine: “ Ey Rabbim men ezan okuyanı gördüm, men ezanı duydum. Ne olurdu 12 gün önce gelselerdi, bizimki de duysaydı bunları. Ey Rabbim men bir defa daha ezansız yere gitmek istemiyorum! Rabbim al benim canımı ne olursun…”
Mehmet Şevki Bey’in dizleri şahit olduklarının ağırlığını kaldıramıyordu artık. Kalbi tir tir titrerken iki büklüm olmuş niyaz ediyordu: Allahım! dedi “Türkiye’de günde beş defa okunan ezan, ayağımızı ayağımızın üzerinden indirmediğimiz, evde belki televizyonu, radyoyu bile kapatmadığımız ezan meğerse ne muazzam, ne muhteşem çağrıymış. Rabbim Sen bizleri affeyle.
Herkes sevinç gözyaşları dökerken Mehmet Şevki Bey’in gözyaşı pişmanlık makamında akıyordu. “Keşke dedi keşke çok daha önce gelseydik...”