Ahmet Nesin / artigercek.com
"Yazayım mı", "Yazmayayım mı" sorusu, bir gazetecinin bütün çalışma yaşamında en fazla 3-4 kez başına gelen bir olaydır. Bu tarz bilgiler esasında 2 türlüdür, birincisi size bilgiyi veren kişi bunu "Off the record" anlamında, yani "Kayıt dışı" olarak söyler ve bunu etik olarak yazmazsınız. Bu bana çok ilginç gelir, çünkü bu durum daha çok söyleşilerde olur ve "Kayıt dışı"nı söyleyenin ismi bellidir. Bu tarz hem söyleyene hem de gazeteciye biraz gizem katar ama halkın bilmesi gereken olay gizli kalır. Halk bilmeyecekse neden görevi öğrendiklerini halka yazarak bilgilendirmek olan gazeteciye söylenir ve gazeteci de bu görevini yerine getirmez, hiç anlamam. Ama şunu da söyleyeyim, bu kurala uymuşumdur, bir istisnayla, o bilgi bende kalır ve kimseye elimde bir bilgi olduğunu ama bunu açıklayamayacağımı söylemem de, yazmam da...
İkincisi daha ilginçtir, "Kayıt dışı" bilgiyi yazarsınız ama kimden geldiği sizin için sırdır. Bu durumda "Kayıt dışı" olan bilgi değil, size bunu aktaran kişi ya da kurumdur.
İşte benim elimdeki bilgi bu türden bir bilgi. Ne yalan söyleyeyim, ben de bu bilgiyi yaklaşık 6 aydır kendimde saklıyorum. Bunun çeşitli nedenleri var ama en önemlisi bilginin kafamda netleşmesini istedim. Darbe gecesi konusunda bu kadar fazla yazıp, bilgi sahibi olunca da yazmaya karar verdim.
Bunca zaman yazmamamın ikinci nedeni de bilhassa Ankara'dan birileri yazar diye düşündüm. Birazdan okuyacağınız haberi başkasının yazmasını beklemek bir gazeteci olarak ne kadar doğru diye düşünenleriniz olacaktır ama ben her zaman illa da atlatma haber yapacağım diye çırpınan bir gazeteci olmadım. Çok atlatma haber yaptım ama adliyede herkesin yapacağı haberleri yaparak atlattım, çalıştığım gazetenin adliye haberlerine çok önem vermesi benim şansımdı esasında.
Ankara'da değilim ama bu haberle Ankara'da hem siyasilerin, hem de gazetecilerin allak-bullak olduklarından ve yazamadıkları ya da söyleyemedikleri için kıvrandıklarını biliyorum. Esas yazma nedenim de olayın esas kahramanlarından başbakan Binali Yıldırım'ın 15 Temmuz 2016 günüyle ilgili çok fazla konuşmaması, söyleşi yapmaması oldu. Bana öyle geliyor ki, Binali Yıldırım bir noktaya geliyor ve sanki tıkanıyor. Yıldırım darbeyle ilgili bişey söyleyecekse sanki daha bir durgun konuşuyor, daha bir ufuklara dalıyor gibi geliyor. Diğer bir neden ise o gün hiçbir üst düzey yetkilinin birbirini aramamış ve bunu hiçbirinin yalanlamamış olması.
Günlerden 15 Temmuz 2016, başbakan Binali Yıldırım Istanbul'da, darbe girişimi haberleri kendisine gelmemiş, daha önceden de böyle bişeyin olasılığını hiç düşünmemiş bile. Ve öğlen 14.00'ten sonra Ankara'da hareketlilik başlıyor, buraları biliyorsunuz, ilk haber sözümona MİT'e geliyor, MİT müsteşarı başbakanlığa bağlı olsa da olayı darbeyi yapanlar arasında olma olasılığı olan genelkurmaya bildiriyor, eniştesinden haberi öğrenen cumhurbaşkanı da aramıyor başbakan Yıldırım'ı, yani 15 Temmuz günü bu ülke esasında başbakansız.
Derken, oradan, buradan haberler gelmeye başlıyor ama başka bir sorun var, o da Binali Yıldırım'ı hâlâ darbe girişimi olduğu konusunda ikna edemiyorlar. Ne yalan söyleyeyim, ben de olsam ikna olmam, ne MİT, ne genelkurmay, ne emniyet, ne cumhurbaşkanı kimse kendisini aramıyor. O zaman neden darbe olsun ki, cumhurbaşkanı hariç sonuçta hepsi kendisine bağlı.
İşte tam o sırada Binali Yıldırım halka konuşma yapmak istiyor. Kendisine bunun tehlikeli olduğunu, hedeflerin arasında olabileceği söyleniyor ama dediğim gibi ikna edilmesi güç. O sırada Binali Yıldırım MİT'e telefon açıyor ve kendisini tanıtıyor. Kendisine verildiği söylenen yanıt şu: "Efendim, şimdi çok işimiz var, lütfen sonra arayın" Esasında bu yazdığım tam da böyle değil, çünkü büyük olasılıkla telefon konuşmadan sonra yüzüne kapatılıyor ve Binali Yıldırım sonunda bişeyler olduğuna ikna ediliyor.
İkna ediliyor ama başbakanın da bişeyler yapması gerekiyor, basın açıklaması yapmak istiyor ama yanındakiler zar-zor ikna ederek bundan vazgeçiriyorlar. İşte esas olay bundan sonra başlıyor. Başbakanın bulunduğu yerden başka bir yere götürülmesi gerekiyor, düşünüyorlar ve araba değiştirilerek bilinmeyen bir adrese götürüyorlar. O adresi belki ileride birileri açıklar ama ben açıklamayacağım.
Benim için felaket bundan sonra başlıyor, çünkü başbakanın arabası, araba değiştirilen yerde kalmıyor. Arabaya 2 asker bindiriliyor ve yola çıkartılıyor. Arabada başka kimse var mı bilmiyorum, çünkü ilk duyduğumda öyle dilim tutuldu ki soramadım.
Bu araba bisüre gittikten sonra durduruluyor ve 2 asker ciddi bir şekilde dövülüyor, askerlerden biri ölüyor, diğeri de koma halinde bırakılıyor. Büyük olasılıkla diğeri de öldü sanıldığından bırakılmış olmalı.
Bu yazıyı neden 6 ay sonra yazıyorum, çok nedenim var. Bunlardan birincisi bu haberi darbe yazılarımın sonunda yazacaktım, benim için final yazısı olacaktı. Ankara'nın çalkandığı haberi kolay kolay kimsenin yazmayacağından emindim, bu da beni rahatlattı. Erkene almamın nedeniyse son çıkan KHK oldu. Yani son KHK'ye göre darbe günüyle hiçbir ilişkisi olmayan bu askerin ölümünden kimse sorumlu değil artık. Arkadan keskin nişancı tarafından vurulan reklamcının katili elini kolunu sallayarak dolaşabilir, silahsız askeri öğrencilerin boğazlarını kesenler artık birer kahramanlar, ilerde torunlarına anlatacak birer cinayetleri var.
Ama daha önemlisi, o gece başbakan Binali Yıldırım'ın öldürülmek istenmesi planın içinde miydi, yoksa bir tesadüf mü? İşte bunu bilmiyorum, bilmiyoruz ve Binali Yıldırım da bilmiyor... Binali Yıldırım'ın öldürülmesi planın içindeyse, diğer cinayetler işlenmeyecek miydi, herşeyi yapmaya yetecek miydi?
Gece yarısına kadar birbirlerine haber vermeyen MİT'in, genelkurmayın, emniyetin, Erdoğan'ın, kuvvet komutanlarının bu plandan haberi var mıydı acaba? Hiçbirinin haberi yoksa, yani bu girişim darbeciler tarafından yapıldıysa neden hâlâ gizli tutuluyor ve en önemlisi sayın başbakan Binali Yıldırım neden hâlâ sessiz?
Yazının başında da söyledim ya, Ankara bu haberle çalkalanıyor, neredeyse bilmeyen yok ama herkes suskun, alayı "TIP"oynuyor.