'15 Temmuz’daki hukuksuzlukların eşi ve benzeri yok'

Uluslararası Ceza Hukukçusu Dr. Gökhan Güneş, 12 Eylül ile 15 Temmuz'un karşılaştırılmasının yapıldığı doktora tezini paylaştı. Teze göre 15 Temmuz'daki hukuksuzlukların eşi ve benzeri yok.

SHABER3.COM

Uluslararası Ceza Hukukçusu Dr. Gökhan Güneş, 12 Eylül ile 15 Temmuz’un karşılaştırılmasının yapıldığı doktora tezini sosyal medya hesabından paylaştı. 15 Temmuz’daki hukuksuzlukların eşi ve benzerinin olmadığının yer aldığı tezle ilgili paylaşımına Anayasa Mahkemesi’ni etiketledi.

Güneş’in KHK’LARLA İHRAÇLAR 12 EYLÜL DÖNEMİNE RAHMET OKUTUR!” başlıklı paylaşımı şöyle:

İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri olan KHK zulmü tez ve kitaplara konu olmaya devam ediyor. Bu konuda yapılan son çalışma bir doktora tezi ve tez YÖK Tez Merkezinde yayımlandı. Tezi PDF formatında indirmek mümkün. Çok kapsamlı yapılan çalışmanın sonuç kısmında KHK’larla ihraçlar ile 12 Eylül dönemi uygulamalarının karşılaştırılmasına yer verilmiş olup, bugün sizlerle bu kısmı paylaşacak ve 15-20 Temmuz sonrası yaşanan hukuksuzlukların neden eşi ve benzeri olmadığını dikkatlerinize sunacağım.
@AYMBASKANLIGI
@EnginYl
@YilmazAkcil1968
@mentes70
@TC_Danistay
@MetinGnday
@gergerliogluof
@emin_ekmen
@isamesihsahin



Tezde konuyla ilgili yer verilen ve öne çıkan hususlar şunlardır;

12 Eylül ve 15 Temmuz sonrası kamu görevinden çıkarma tedbiri bağımsız bir kurum olarak detaylı şekilde düzenlenmemiştir.
Tedbirin sebepleri, kimleri kapsayacağı, nasıl bir inceleme yürütüleceği kural koyucu işlemlerle önceden belirlenmemiştir.

Her iki dönemde olağanüstü dönemi ortaya çıkaran koşulların neden bazı kamu çalışanlarının görevine son verilmesini gerektirdiği net olarak anlaşılamamaktadır.

Kamu görevinden çıkarma tedbirine hayat veren koşullar olağanüstü hâl ve sıkıyönetim olsa dahi bu tedbirin kapsamı birçok açıdan bu dönemleri aşmaktadır.

Her iki dönemde de kamu görevlilerinin düzenleyici işlemler aracılığıyla görevine son verilmiş, doğrudan veya dolaylı şekilde yargı yoluna başvurmaları engellenmiştir.

Kişiye özel bir değerlendirme ve gerekçelendirme yapılmadan tedbir uygulanmıştır.

Kurtuluş Savaşı sonrası milli mücadeleye katılmayan yahut zarar veren kamu görevlilerini tespit ederek görevine son veren Askeri ve Mülki Heyet-i Mahsusalar’ın belli açılardan sonraki dönemlerdeki uygulamalara göre daha güvenceli bir usul ile çalışması dikkat çekicidir.
Her dönem tekrar eden bu döngüde kamu personelinin güvenceleri büyük oranda hiçe sayılmakta, tüm kamu çalışanları görevine son verilebileceği endişesiyle çalışmaktadır.

Tedbirin her bir ilgili için ayrı idari işlemle tesis edilmesi ve uygulanması gerekmektedir. 12 Eylül sonrası sıkıyönetim komutanlarının işlemleri bu niteliği taşıyor olsa da tedbirin ilgilileri açısından kişiselleştirilmemesi Türkiye uygulaması açısından değişmeyen bir durumdur.
Görevine son verilen kişi hiçbir şekilde bu tasarrufun sebebini ve dayanaklarını bilmemektedir.

Ne yazık ki Türkiye uygulamasında belirli hukuki işlemlerin kasıtlı olarak seçildiğini düşünmek için geçerli sebepler mevcuttur.
Kamu çalışanlarının kitlesel ve hızlıca görevine son verilmesi, bu tedbire itiraz edememeleri gibi amaçların bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kamu kurumlarında görevinin önemli olup olmadığına bakılmadan ve işçi ya da kamu görevlisi fark etmeksizin her seviye ve makamdan çalışanların görevlerine son verilmiştir.

Elinde kamu kudreti kullanmak olarak anlaşılabilecek hiçbir yetkisi bulunmayan çalışanlar dahi herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin kamu görevinden çıkarılmıştır.

Türkiye’de hem 12 Eylül’de hem de 15 Temmuz’da bu kriterlere hiçbir şekilde riayet edilmediğini söylemek gerekir. Tedbirin olağanüstü hâl ve sıkıyönetime yol açan koşulların doğrudan gerektirdiği alanlarda çalışan kişilerle sınırlı tutulması tercih edilmemiştir.

15 Temmuz uygulamalarının 12 Eylül’e rahmet okuttuğunu söylememizin nedenlerinden biri aşağıdaki hususlardır;

15 Temmuz sonrası uygulanan tedbirin yalnızca kamu görevinden çıkarma tedbirinden ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu tedbir deyim yerindeyse beraberinde yasaklar ve hak kısıtlamaları setiyle birlikte gelmiştir.

KHK’lerde yaptırımın dayanağı olarak ortaya koyulan terör örgütüne üyelik iddiası ilgililer hakkında ceza soruşturması ve kovuşturması başlatılması anlamına gelmektedir. Yani idari yaptırımın yanında neredeyse her zaman bir cezai yaptırım tehdidi de ortaya çıkmıştır.
Kamu görevinden çıkarma tedbiri nedeniyle açılan idari dava ve terör örgütüne üyelik suçlamasıyla devam eden ceza davası birbirlerini destekleyen yargılama süreçleri olmuştur.

Kamu görevinden çıkarılan kişilerin seçilme hakkına yapılan müdahale de 15 Temmuz’u 12 Eylül döneminden ayıran hususlardan biridir. 15 Temmuz sonrasında yerel seçimlerde meclis üyeliği, muhtarlık, belediye başkanlığı gibi makamlar için yapılan adaylık başvuruları Yüksek Seçim Kurulu tarafından reddedilmiş yahut seçilen kişilerin mazbataları iptal edilmiştir.

Halbuki seçimle gelinen makamlarda yürütülen faaliyet kamu hizmetinde istihdam şekli olarak sayılmamakta, bu kişiler klâsik anlamda kamu görevlisi olarak kabul edilmemektedir.

OHAL KHK’lerinde yer alan bir daha kamu hizmetinde istihdam edilmeme yasağının seçilme hakkı yanında başka birçok hak için olabildiğince geniş yorumlandığını söylemek mümkündür.

Bir kamu hizmeti sayılmasına rağmen aynı zamanda serbest meslek faaliyeti olduğu açıkça kanun hükmünde belirtilmiş olan avukatlık mesleği dahi uzun bir süre yasak kabul edilmiştir.

Kamu görevinden çıkarılmış olan kişilerin Sosyal Güvenlik Kurumu sicillerinde bu bilgi not olarak düşülmekte, özel sektörde çalışmalarına dahi zarar verebilecek fiili bir engel hayata geçirilmektedir. Kamu görevinden çıkarılan kişilerin yalnızca kamuda değil özel sektörde de çalışmalarının önüne geçilmek istendiği açıktır.

İrtibat ve iltisak kavramına tedbirden sonra da birçok kısıtlamanın sebebi olarak hukuki düzenlemelerde yer verilmiştir. Başka bir deyişle bu kavram idari makamlarca tespit edilecek bağımsız bir yasaklılık hali olarak hukuk sistemine girmiştir.

Kanun hükümleri ve idari düzenleyici işlemler ile terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olan kişiler için devlet kademesinde birçok göreve girme, çeşitli faaliyetlerde bulunma, kamusal yardımlardan yahut sair imkânlardan faydalanma imkânı ortadan kaldırılmıştır.

Üstelik yasaklanan konuların tamamı kamu hizmetine girme hakkı kapsamında olmayan, yani bir kamu görevinde istihdam anlamına gelmeyecek faaliyetlerdir. Örneğin kamu görevinden çıkarılan kişilerin bilirkişi, arabulucu ve noter olmaları yasaklanmıştır. Halbuki bu faaliyetleri yerine getirenler klâsik anlamda kamu görevlisi sayılmamaktadır.

OHAL KHK’lerine ekli listelerde yer alan kişilerin terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı oldukları artık kesin bir şekilde tespit edilmiştir. Dolayısıyla irtibatlı ve iltisaklı olmak hukuki düzenlemelerde birtakım imkânların önünde engel olarak düzenlendikçe bu kişiler de yasak kapsamına dahil olmaktadır.

Yani KHK’ler ile kamu görevinden çıkarılan kişiler için bu tedbirin sonuçları gün geçtikçe genişlemekte ve artmaktadır.

Halbuki uluslararası hukuki metinlerde arındırma uygulaması sonucu verilen yaptırımların kapsamının dar tutulması tavsiye edilmekte ve tedbire olan ihtiyacın zamanla azalacağı ifade edilmektedir.

Türkiye’de bilhassa 15 Temmuz sonrası uygulama bu ilkelerin tam aksi yönde tedbirin olabildiğince fazla insanı etkilemesini ve sonuçlarının mümkün olduğunca ağır olmasını sağlamıştır.

12 Eylül sonrası dönemde açık bir kanun hükmüyle sıkıyönetim komutanı işlemlerine karşı iptal davası açılması yasaklanmıştır.

15 Temmuz sonrası OHAL KHK’leriyle uygulanan tedbirler ise bir KHK ile hayata geçirildiği için olağan idari işlem gibi dava konusu edilememiştir.

Yargı yoluna başvuru yapılmasını yasaklayan açık bir düzenleme olmasa da tedbiri uygulayan normun kendisi fiili bir yargı kısıtı oluşturmuştur. Halbuki Anayasa’nın 125/6 hükmü olağanüstü dönemlerde dahi ancak yürütmenin durdurulması kararının kısıtlanabileceğini kurala bağlamıştır.
Dolayısıyla her iki dönemde uygulanan yargı kısıtlaması açıkça Anayasa’ya aykırıdır. Bu aykırılık da 12 Eylül döneminde Anayasa’nın geçici 15. maddesi, 15 Temmuz döneminde ise Anayasa Mahkemesi’nin değişen içtihadı nedeniyle Anayasa Mahkemesi önünde ileri sürülememiştir.
Yani her iki dönemde iki farklı hukuki katmanda farklı sebeplerle yargı kısıtlaması uygulandığını söylemek mümkündür. Bu durum tedbire maruz kalan kişilerin hak arama hürriyetini ihlâl etmiştir.

12 Eylül döneminde sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra, 15 Temmuz döneminde ise ancak idari işlem ile tedbire maruz bırakılanlar için idare mahkemeleri tarafından hukuka uygunluk denetimi yapılabilmiştir.

12 Eylül sonrası sıkıyönetim komutanları re’sen, 15 Temmuz döneminde ise OHAL Komisyonu başvuru üzerine tedbirleri incelemiştir.
Her iki dönemde idari denetim tedbire karar verenler yahut karar veren merciler tarafından atanan kişilerce gerçekleştirilmektedir.
Venedik Komisyonu 15 Temmuz sonrası hazırladığı raporda kamu görevinden çıkarma tedbirlerini kişiselleştirme ilkesine uygun bir şekilde inceleyecek, gerekçeli olarak karar verecek ve gerektiğinde tedbirin tüm sonuçlarını ortadan kaldırmaya yetkili bir kurul oluşturulmasını tavsiye etmiştir.

OHAL Komisyonu ise bu gerekliliklerin büyük bir kısmını karşılamamaktadır. Hangi sebeple tedbire maruz kaldığını bilmeyen kişiler OHAL Komisyonu’na başvuru aşamasında da bunu öğrenememekte, tanık gösterme ve sözlü ifade sunma gibi hukuki dinlenilme hakkının temel imkânlarından faydalanamamaktadır.

OHAL Komisyonu’nun gerekçeli şekilde karar vermesini zorunlu tutan hiçbir düzenleme bulunmamaktadır. Bu haliyle Komisyon’un tedbirlerin yargısal denetimini geciktirmekten başka bir fonksiyonunun olmayacağı öğretide açık bir şekilde ifade edilmiştir.

12 Eylül sonrası dava yolu açıkça kapatılmış olduğundan göreve dönüş tartışması esasen sıkıyönetimin sona ermesini takiben kişilerin eski kurumlarına yaptıkları başvuru üzerine yapılmıştır. Kamu kurumları sıkıyönetim sona ermiş olsa dahi kamu hizmetine girme yasağının Sıkıyönetim Kanunu’nda devamlı bir yasak olarak düzenlendiği gerekçesiyle bu başvuruları reddetmiştir. Aynı tutumun idari yargı mercileri tarafından da yapılması üzerine bu sorun Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu tarafından çözümlenmiştir.

15 Temmuz sonrasında ise tedbiri uygulamış olan KHK’ler meclis onayıyla kanunlaşmış olduğu için olağanüstü hâlin sona ermesi tedbirin akıbetini tartışma konusu yapmamıştır. Bu dönemde daha çok tedbirin kaldırılması halinde kişilerin eski görevlerine dönüp dönemeyeceği tartışılmıştır. OHAL Komisyonu’na dair düzenlemelerde kişilerin eski görevlerine ve kurumlarına dönmesini engelleyen birçok hükme yer verilmiştir.

Olağanüstü hâl ya da sıkıyönetimin ilân edilme sebepleriyle tedbir arasında makul bir sebep sonuç ilişkisi kurmak oldukça zordur. 12 Eylül’de darbe öncesi kamu düzeninin esaslı bir şekilde bozulmuş olması, 15 Temmuz’daki darbe girişimi neden kamunun her kesimi ve her seviyesinden personelin olağanüstü bir tedbirle görevine son verilmesini gerektirmiştir?

Aynı soru herhangi bir hukuka aykırı eyleme karıştığından şüphelenilen kamu görevlileri hakkında tedbir uygulamak için neden olağan usullerden sapıldığı şeklinde de sorulabilir. Bu sorulara ikna edici cevaplar verilememektedir.

Darbe girişiminin tekrarlanmasından endişe ediliyorsa böyle bir girişimde bulunması en muhtemel olan askeri personel başta olmak üzere silahlı gücü olan diğer kamu görevlileri hakkında tedbir uygulanmakla yetinilebilirdi. 15 Temmuz sonrası uygulanan tedbirler böyle bir akıl yürütmeyi tamamen geçersiz bırakacak düzeyde farklı bir bağlamda hayata geçirilmiştir. Bu durum her iki dönemde uygulanan tedbirin gereklilik koşulunu taşımadığını göstermektedir.

15 Temmuz sonrasında kamu görevinden çıkarma tedbiri darbe girişimi ile bağlantısını büyük oranda koparmış, terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olduğu tespit edilen kişilerin görevine son verilmiştir.

Hukuki düzenlemelerde daha önce yer almayan irtibat ve iltisak kavramlarının hangi ölçülere göre tespit edileceği, yani hangi eylemlerin irtibat ve iltisak kapsamına gireceği yine belirsizdir.

Venedik Komisyonu’nun da raporunda uyardığı gibi Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesinin görevine son verirken uyguladığı yöntem, yani yalnızca kanaate dayalı olarak karar verme usulü aslında tüm süreç bakımından diğer kamu kurumlarına örnek olmuştur.

Gerek 12 Eylül gerek 15 Temmuz’da kamu görevinden çıkarma tedbiri için oluşturulan kriterler tedbirin uygulanmasında yetkinin keyfi olarak kullanılmasını engellemekten çok uzaktır.

Tedbirin karar alma sürecinde kullanılan hukuki işlemler ve yargısal denetime getirilen kısıtlamalar Anayasa’ya aykırı şekilde bu keyfiliğin denetlenmesini engellemiştir.

Olağanüstü dönemde dahi olsa haksız şekilde görevine son verilen kişilerin dava yoluna gitmesi Anayasa’nın açık hükmünün gereğidir. Anayasa hükmü olmasa dahi yargı yolunun kapatılması açık bir şekilde orantısız bir müdahaledir.

Olağanüstü dönemde uygulanan bir tasarruf için dava açılması kamu düzenini tehlikeye atacak bir sebep olarak değerlendirilmemelidir. Tedbirlerin hemen işlevsiz kalmamaları için yargılama usulünü kamu idaresi adına kolaylaştıracak, yürütmenin durdurulmasını engelleyici düzenlemeler yeterli olurdu. Bunun yerine hak arama hürriyetini toptan durduran hüküm ve usuller tercih edilmiştir.

Bu tedbirin temelinde kişinin görevinden kaynaklanan yetkilerini kullanması nedeniyle kamu güvenliğini tehlikeye atabileceği varsayımı yatmaktadır. Hiç şüphesiz bu tehlike anlamsız ve geçersiz sayılarak görmezden gelinemez. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için kişinin yetkilerini kullanmasının engellenmesi gerekmektedir. Bunun için bir kamu görevlisinin görevden uzaklaştırılması yeterlidir. Yani kalıcı bir şekilde kişinin kamu görevinden çıkarılmasından çok daha hafif bir yaptırım aynı sonuca ulaşılmasına izin vermektedir.

Yürürlükten kaldırılmış olan 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nda yapılmış olan değişiklikle sıkıyönetim komutanlarının göreve son verme yetkisi görevden uzaklaştırma olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklik de görevden uzaklaştırma tedbirinin aslında olağanüstü dönemde kamu görevinden çıkarma tedbirinin ikamesi olması gerektiğini göstermektedir.

Görevden uzaklaştırma geçici bir tedbir olarak yine geçici bir rejim olan olağanüstü yönetim usulünün anayasal niteliğine çok daha uygundur. Anayasa Mahkemesi 15 Temmuz sonrası gerçekleştirdiği ölçülülük incelemesinde böyle bir seçeneği incelemek bir yana zikretmeye dahi gerek duymamıştır.

Her iki dönemde olağanüstü dönemin bitmesinden sonra bu tedbirlerin kaldırılmasına, yeniden değerlendirilmesine yahut herhangi bir şekilde bu tedbirlerin geçici olarak sonuç doğurmasına yönelik bir düzenleme bulunmamaktadır.

12 Eylül sonrası birtakım yargı mercileri tarafından dahi sürekli olduğu düşünülen kamu hizmetine dönme yasağının geçici olarak yorumlanması gerektiği ancak Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu’nun kararıyla kabul edilebilmiştir.

15 Temmuz sonrasında ise doğrudan tedbiri içeren KHK’ler meclis tarafından kabul edilerek yasalaştırılmış ve sürekli hale getirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi de kanun haline gelen tedbirin dahi olağanüstü hâlin süresini aşan bir sonuç doğurmadığını kabul etmiştir.
Dolayısıyla bu tedbirler Anayasa gereğince geçici olması gereken olağanüstü yönetimin olağanlaştırılması ve sürekli hale getirilmesi sonucunu doğurmuştur.
<< Önceki Haber '15 Temmuz’daki hukuksuzlukların eşi ve benzeri yok' Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER