Safvet Senih -Samanyoluhaber.com
İşârâtü’l-İ’caz’dan bazı tasarruflarla bazı bölümler aktarmak istiyorum:
Bir işte muvaffakiyet isteyen, Allah'ın koyduğu yaradılış, kanunlarına karşı uygun hareket etmelidir. Nasıl ki, gemi yapmak isteyen kimse, suyun kaldırma prensibini, madenlerin özgül ağırlığını, denizlerin şartlarını bilmek mecburiyetindedir. İçtimaî meselelerde de sistem getirecek olanların insanın psikolojik yapısının prensip ve kanunlarını öğrenip, yaşadıkları cemiyet hayatının manevî bağlarına, köklü alâkalarına münasebet kurmaları lâzımdır. Tâ ki, tatbik edeceği sistem yeni problemler, başka buhranlar çıkarmasın.
Aynı zamanda, yaradılış kanunları muvaffakiyetsizliğe sebep olmasın. Hem de psiko-sosyal akışın kanunlarını bilmek ve umumi cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Aksine hareket edenler dönen çarkın üstünden düşer, altında kalırlar. İşte o cereyanlarda ilâhî muvaffakiyetin yardımı ile Hz. Muhammed (s.a) in çark ve dolapların üstünde kalışı, O'nun Hakka ye hakikata sımsıkı bağlı olduğunu, tebliğ ettiği ilâhî mesajın doğrudan Allah'tan geldiğini ispat eder.
Evet Hz. Muhammed (s.a.)'in getirdiği dinin hakikatları, yaradılışın kanunlarındaki dengeyi muhafaza etmiştir. Yeni müşküller çıkarmamıştır. Zaman uzadıkça o içtimaî bağlar daha da kuvvetlenmiş, birbirine yaklaşmışlardır. Bundan da anlaşılır ki, İslâmiyet; insanlığın yapısının ve yaradılışının dinidir. Cemiyetleri sarsıntıdan koruyacak tek sistemdir ve gelecekte bütün insanlığın dini olacağına da güzel bir alâmettir.
Bütün bunlardan sonra düşünelim ki, Hz. Muhammed (s.a.), okur-yazar olmamakla beraber idarî bir kuvvete de sahip değildi. Ne ecdadının, ne de kendisinin önceden bir hükümdarlıkları olmadığı gibi, saltanata da meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, tam bir güven ve kalb samimiyeti ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün huy ve mizacların üstüne çıktı.
Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdetleri ve güzel ahlâk esaslarını tesis etti. Vahşet çöllerinde sönmüş, olan kalblerin katılığını, ince hissiyatla değiştirdi. İnsanlığın cevherini ortaya koydu. Onları o zaman ve o âleme rehber, lider yaptı. Ve onlara öyle bir devlet kurdu ki sihirbazların sihirlerini yutan Hz. Musa (s.a.) nın Âsâ'sı gibi, başka zalim devletleri yuttu.
insanlığı istilâ eden zulüm, fesat, ihtilâl, şakîlik bağlarını yaktı, yıktı. Ve az zamanda İslâm Devletini doğudan batıya kadar genişletip yaydı. Acaba, O Zât'ın (s.a.) şu yaptıkları, O'nun mesleğinin hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?
İstikbâl dahi, Hz. Peygamber (s.a.) peygamberliğini ispat eder. Yani O'nun getirdiği hakikatların, istikbalde gelişen ilimler ve fenlerle doğru orantılı oluşu hakkaniyetine ayrı bir delildir. Zaman geçtikçe Kur'ân'ın işaretleri ve rumuzları daha iyi anlaşılmakta ve gün yüzüne çıkmaktadır.
Atom, elektrik, uçak ve ateşli silahlar, kainat ve Dünyanın yuvarlaklığı, atmosfer tabakası, bunların yaradılışta getirdiği devreler ve beşerin bugün henüz ulaşamadığı ilimlerin en uç noktaları gibi pek çok meseleleri Kur'ân'da bulmaktayız.
Şimdi dikkat edelim:
a) Bir insan ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs olabilir. O da, zaman ve zeminin şartlarına göredir.
b) Bazan iki adamın söylediği aynı söz: birinin câhilliğine, sathîliğine, öbürünün âlimliğine ve mâhirliğine delâlet eder. Çünkü birisi düşünmeden gelişi güzel söyler, öbürü o sözün başına sonuna bakar, meselenin akışına göre düşünür ve sözün başka sözlerle münasebetini tasavvur eder, münasib bir yerde munbit bir mevkide eker. Kur'ân'daki hülâsalar, fezlekeler işte bu sınıftandır.
c) Bu zamanda vâsıtaların, âletlerin, cihazların gelişmesiyle çocukların oyuncağı haline gelen çok şeyler vardır ki, bundan iki üç asır önce görülseydi hârika sayılacaktı. Teknik, tecrübelere bağlıdır. Temel ilimler gelişmeden sırf zekâ ile bir meselede son söz söylenemez. Ayrıca, bir zamanda kıymeti olan bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Halbuki uzun zamanlar, gençliğini, güzelliğini, tatlılığını ve hayret ve merak uyandıran garâbetini muhafaza eden Kur'ân; elbette ve elbette mucizedir.
d) İrşâd ve nasihatın tam ve faydalı olmasının birinci şartı: Hitab edilen topluluğun kâbiliyetine göre olmasıdır. Cemaatın çoğu, okumasız yazmasız halk tabakasıdır. Onlar hakikatları çıplak olarak göremez. Onun için derin meseleler; teşbih, temsil, mecaz ve istiârelerle anlayışlarına yaklaştırılabilir. İşte Kur'ân yüksek hakikatları böyle tasvir ederken, ilmen ve fennen gelişmemiş insanları tehlikeli yanlışlara düşürmemek için; Güneş Sistemi, Dünyanın hareketi ve şekli gibi meselelerde de kısa ve kapalı geçmiştir.
Ama yine de, birçok âyetleriyle kâinattaki nizam ve kanunları okumaya teşvik eden Kur'ân, bir yandan insanlara yeni ufuklar açıp onların ilmî seviyesini yükseltirken, diğer yandan da ilmi seviye yükseldikçe ancak anlaşılabilecek veya yalnız erbabının çalışma ve ilhamla bulabileceği hakikatlara işaret olarak bazı ip uçları, deliller, nişanlar, alâmetler koymuştur. Evet bütün meselelerini akla tesbit ettiren İslamiyet, kesin aklî esaslar üzerine kurulmuştur.
Temel ilimlerin hayatî noktalarını tamamıyla içine alan İslamiyet, ilimlerin ve fenlerin hülâsasıdır. Ruh ve kalp terbiyesi ve tehzîbi (temizliği), vicdan ve beden terbiyesi, ev idaresi, medenî siyaset, dünya nizamı, hukuk, iktisat, muamelât, içtimaî âdap ve benzeri ilim ve fenlerin ihtiva ettikleri esasların fihristesi İslâmiyettir. Böyle mükemmel kâidelerin ve esasların üçte biri bile şu devirde, en medenî yerlerde, en zeki insanlarda bulunmaz. Vicdanı insaf ile süslenmiş, bir insan İslâmî esasların, insan takatinin üstünde olduğunu tasdik eder. Yani onların kaynağı ilâhî dir.
Goethe: "Acaba İslâmiyet içinde medeniyet âleminin tekâmül etmesi mumkün müdür?" diye kendisine sormuş sonra da gene kendisi cevaplandırmıştır. "—Evet araştırıcı kimseler, şimdi o daireden istifade ediyorlar"
İnsanlar ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, istikbaldeki hâdiselere nüfuz edip, hususî vaziyetleri ve halleri tesbit edemezler. Bir an da, bir fennin ortaya konup mükemmel bir hale getirilmesine, ne kadar harika olsa bile bir zekâ muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi; yavaş, yavaş temel ilimlerin, âlet ve cihazların gelişmesiyle olgunlaşır.
Artık bu kaideleri bildikten sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden sıyrılıp bundan bin dörtyüz sene öncesine Arap Yarımadası'na bakmak lazım. İşte tek başına bir insan, ne yardımcısı var ne saltanatı ve ne de definesi..
Omuzunda dünyadan daha ağır bir hakikat var. Elinde de insanların saadetini temin eden kanunları tutmuş... Elbiseye benzemeyen deri gibi insanlığa yapışık; insanlığın kabiliyetlerinin inkişafı nisbetinde gelişmekle, dünya ve âhiret saadetini temin ve insanlığın hareketlerini tanzim eden, kıyamete kadar insanları ruhen, bedenen gıdalandıracak ve onlara daima delil olacak kanunları...