Bizim de bayramlarımız vardı
HARUN TOKAK | Samanyoluhaber
Odamda bir başıma oturuyorum.
Gecenin bağrındaki her bir şey derin bir sessizliğe gömülü.
Baharla hiç tanışmayan bu kuzey ülkesinde yaz ağır yaralı.
Kışın, ele geçirdiği mevzileri bırakmaya niyeti yok.
Yaz, gündüzleri kısa bir süre kaybettiği mevzileri geri almak için neyi var neyi yok cepheye sürse de kış, gece boyunca oraları bütünüyle geri alıyor.
Gündüzleri de kışın salvolarının ardı arkası kesilmiyor.
Bazen sağanak yağmur bazen dolu bazen rüzgâr bazen de müttefik güçleri yanına alarak topyekûn saldırıya geçiyor.
Kış, kışlığını yapıyor.
Kuzey ülkelerine akşamları ağır bir melal çöküyor.
Yazları çok kısa olduğu için bazı geceler sabaha değin uyumuyoruz. Gecenin bağrındaki aydınlığın sabaha aktığı o anlarda yaklaşan bayramı düşünüyoruz.
Gam kervanları gibi üzerimize doğru gelen bayramları.
Daha yakın bir zamana kadar ne güzel bayramlarımız vardı bizim.
Ya şimdi öyle mi?
Yanık bir ozanın dediği gibi “Bayram gelmiş neyime
Kan damlar yüreğime”
Her bir şey unutulmaya yüz tutmuş eski rüyalar gibi…
Çocukluğumun arife günlerinde ikindi namazından sonra bütün köylüler, kadın-erkek köy kabristanında toplanırdı.
Yasinler, Tebarekeler sesli okunurdu. Sadece diriler değil ölüler de dinlerdi. Her bir kabrin başını bekleyen serviler, o ilahi seslerle kendinden geçmiş dervişler gibi arada bir içli içli nefes alıp verirlerdi.
Arife günleri köylüler, köyümüzün kabristanında hala toplanıyorlar mı acaba?
Bayram sabahı köy odalarında sofralar kurulur, eller öpülür, şekerler, şerbetler dağıtılırdı.
O güzel adetler hala devam ediyor mu acaba?
Yoksa o güzel anılar güzel atlarına binip gittiler mi?
Hizmet’le tanıştıktan sonra köydeki o bayram sahnelerini 30 yıl, belki de daha fazla bir zaman, hiç yaşayamadım.
Benim için unutulmaya yüz tutmuş rüyalar gibi oldu.
Babamın, ağabeyimle birlikte elimizden tutup şehre götürdüğü, yeni elbiselerimizle baharın güzelliği karşısında sarhoş olmuş kelebekler gibi uça-kona köye geldiğimiz günleri özledim.
Artık, bir gün köye dönsek de anılarımızın abidelerinden biri olan babam 25 yıl önce, anam da bu meşum sürecin başında bu dünyadan göçüp gittiler.
Köy bayramları çocukluğumuzun en tatlı anıları olarak artık hatıralarda kaldı. Köye dönsek de çocukluğumuza geri dönemeyiz.
İnsan, anne ve babası hayatta olduğu sürece yaşı ne olursa olsun kendini hep çocuk hissediyor.
Onlar ölünce çocukluğumuz da onlarla birlikte kabre giriyor.
Ben bu gurbetlere gelirken çocukluğumu da gömdüm geldim.
Geçmişin o güzel günlerine özlemlerimiz bütün tazeliğini korusa da yaşadığımız hayattan pişman değiliz.
Tanışmakla her zaman gurur duyduğumuz yüce idealler bize başka bayramları, başka ufukları işaret etti.
“İnsanlık kurban edilirken sizler kurban bayramlarında köyünüzde kentinizde olamazsınız” dedi.
“Ülkeme gün doğa
bayram o bayram ola” sözlerinin aydınlığında yürüdük yollarımızı.
Ve bizim yürüdüğümüz o yollarda bayramlarımız vardı.
Mahalle mahalle, sokak, sokak
seferber olduğumuz, ‘‘Aman bir deri zayi olmasın, bunlar öğrenciye burs olacak, sıcak bir yuva olacak, yurt olacak, okul olacak!’’ dediğimiz günler.
Kurbanlıkların taşındığı kamyon kasalarında, sağanak yağmurun altında üst-başın fışkı koktuğu bayramlar…
Ve bizim, içlerinde öğrencilerin cıvıldaştığı, bayram sabahları bahçesinde, kınalı koçların, kurbanlık koyunların, kuzuların meleştiği müesseselerimiz vardı.
Ve bizim bayramlarımız vardı…
Deri tuzlayan, bağırsak düğümleyen doktorları, asistanları, işadamlarını görünce Manevi Mimarımız’ın “Bu iş maya tuttu.” dediği bayramlarımız.
Güneydoğu’ya, Kara Kıta’ya seferler düzenlediğimiz bayramlarımız.
Rüzgârın, güneşin bir yolunu bulup girdiği ama hiçbir bayramın giremediği yoksul evlerin kapılarını çaldığımız bayramlarımız.
Karşılarında İstanbul’dan, Ankara’dan, Antalya’dan, Kayseri’den gelen varlıklı iş adamlarını, doktorları, mühendisleri görünce yüzleri, aylardır suya hasret güneş kavruğu toprağın ışıltılı yüzüne dönen, insanların birbirlerine kolları ile değil yürekleri ile sarıldığı bayramlarımız vardı.
Hiçbir bayramda kapıları çalınmayan nice evlerin olduğunu fark ettiğimiz bayramlarımız.
Kerpiç bir evin içinden yaşlı ve yorgun bir sesin ‘‘Gidin artık, ne istiyorsunuz? Bütün evlatlarımı alıp dağa götürdünüz. Bir canım kaldı, onu da mı alacaksınız?’’sözleri karşısında;
“Anacığım biz senin canını almaya değil sana kurban olmaya geldik.” dediğimiz bayramlarımız.
Ellerimizde paketlerle, “Haydi, bu bayram yine gurbetlerdeyiz.” diyerek uçaklarla yeni ufuklara, yeni ülkelere havalandığımız bayramlarımız.
Ve o uçaklar bayram taşırdı Tanrı Dağları’na…
Ve o uçaklar bayram taşırdı Afrika çöllerine…
O fedakar insanlar sayesinde Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Afrika’nın kızgın çöllerinde ay yıldızlı bayrağımız dalgalanırdı.
Gözyaşları, göz nurları, alın terleri, kurban derileri taş oldu, tuğla oldu, kapı oldu, pencere oldu. Issız çöllerde kentler kuruldu. Okullar, yurtlar açıldı.
Başta Anadolu olmak üzere bazı ülkedekiler, göğsüne namahrem eli değmiş mabetler gibi şimdi gözyaşı döküyor olsalar da inancım odur ki onlarda bir gün hakiki sahiplerini bularak bayram yapacaklar.
Dünyaya bayram taşıyan o insanlar şimdilerde hapishane köşelerinde, tek başına hücrelerde, gaybubetlerde, gurubu olmayan gurbetlerde olsa da bir gün geri dönecekler.
Yarım kalan Türkiye sevdası tamamlanacak.
“Ülkeme gün doğa
Bayram o bayram ola” sözleri hakiki hükmünü icra edecek.
Yine bayram geliyor.
Yaralı yüreğim, gam kervanlarının yol güzergâhında.
Bu benim elimde değil.
Yüreğimin yangınlarını teskin edemiyorum.
Şu birkaç hafta içinde yaklaşık 26 muhacirin evine misafir olduk.
Korku filmlerini aratmıyor anlatılanlar.
Ne var ki bunlar gerçek…
Bunlar sahici…
Duyduklarım dinlediklerim karşısında yüreğimdeki yangınlar harlanıyor.
Yüreğimin bir yanında alevler harlanırken bir yanında baharlar naralanıyor.
Kim ne düşünür bilemem ama bildiğim bir şey varsa bu hareket bir adanmışlar topluluğudur.
Bir iyilik hareketidir.
İnsanlığın son ve yegâne umududur.
Ben böyle düşünüyorum.
Dünyanın yüzlerce ülkesindeki her bir taşta, her bir tuğlada emek vardır, gözyaşı vardır, göz nuru vardır. Hasret vardır, özlem vardır.
İnsanlık bayram etsin diye, otuz yıl, kırk yıl köy bayramlarını bir daha görememenin hicranı vardır.
Biz bu günlere çocukluğumuzu köy kabristanına gömerek geldik.
En muhtaç oldukları zamanda anamızın babamızın yanında olamadık.
Bir kuşak, ömürlerinin baharını insanlığın bayramına feda kıldı.
Pişman değiliz.
Allah, topyekûn bir kuşağın emeklerini zayi etmeyecek.
Vakit, sitem vakti değil!
Vakit, sunak taşına yatırılmış kurbana ‘‘Ama sen de bana görünmüştün, yan bakmıştın.’’ deme vakti değil!
Vakit, gülü incitme değil!
Çünkü, Mahmut Akpınar kardeşimin dediği gibi “melekleri incittiler.”
Sinsi Şeytana selam vakti değil!
Kâbe’nin, kıyamete kadar görkemli bir çınar gibi hep taze kalması için İsmail’in kanı değil, kanın şırıltısı yetmiştir.
Bu, her zaman o uğurda can vermeye hazır oluş iradesidir.
Önce Allah’ın evini, sonra O’nun evinin yanında bir milleti yükseltmek.
Bu, bir kişinin alevlerin arasından yürüyüp çıkışı değildir, bir milletin dirilişidir.
Doğuşudur.
Çöller içinde kentler kuracaksın. Çölleri kentlere çevireceksin.
Şeytan sinsi sinsi yaklaştığında ona da prim vermeyeceksin.
Çünkü sen İbrahim’sin, Hacer’sin
Çünkü sen İsmail doğmuşsun…
Şimdi ümitlerin matlaştığı bu zaman diliminde kardeşlerimiz bir mekik gibi yeni bir diriliş kanaviçesi dokumalı, bir şeyler yapmak için yırtınmalı, çırpınmalı, koşmalı.
Ama en çok sevdiğiniz şeyi feda etmezseniz, diriliş gerçekleşmez.
Kutuplara yakın bu ülkelerde yaz geceleri kısa olduğu için bazı geceler uyumuyoruz.
Gece kirpiklerini sabaha kırparken dudaklarımız kıpırdıyor:
‘‘Allah’ım! Ne olur bari bu bayramı bayram eyle!
Dün, bayram girmeyen evlere bayram götürmek için seferler düzenleyen, kapılar çalan insanların bugün kapılarını açan kimse yok. Kapıları açan sensin. Kurbanlık koyun gibi kıstırtılmış bu kardeşlerimizin kapılarını özgürlüğe aç Allah’ım!
Hazreti İbrahim’i Nemrut’un ateşinden, Hazreti Musa’yı Kızıl Deniz’den, Hazreti Nuh’u dev dalgalardan, Hazreti İsmail’i kurban edilmekten, Hazreti Yunus’u gece, deniz, balık, fırtına gibi müttefik güçlerden kurtardığın gibi kardeşlerimizi de kurtar Allah’ım!”
Odam da bir başıma oturuyorum.
Doğu yakasında, güneşin doğuşu öncesi bir aydınlık uç veriyor.
Gökte tek tük yıldızlar var.
Kuşlar, bir aydınlık denizinde kavis çizerek, kanat çırparak ülkeme doğru uçuyorlar.
Uçun kuşlar uçun! Bütün baharlar, bütün ufuklar, bütün bayramlar sizin.
Bir zamanlar bizim de özgürce yeni ufuklara yeni ülkelere uçtuğumuz bayramlarımız vardı.