HARUN TOKAK
Gurbet elde akşam oluyor. Bu bayram yine bütün efkarım üzerimde. Yüreğime kan damlıyor. Yüreğimdeki kana, gurbetteki bir hanımeli çiçeğinin kokusu ile Kazancı Bedih’in havar türküsü karışıyor bu bayram.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime
Gönlü şad olan gülsün / Gülmek benim neyime…”
Serin bir yaz akşamında eski kasabanın taş döşeli tarihi dar sokaklarında yürüyorum. Evlerin tek katlı oluşu dar sokaklara büyük bir ferahlık veriyor. Evlerin yaldızlı taş duvarları gibi yollar da restore edilmiş, titizlikle korunmuş ve ferforje lambaların tatlı ışığı ile aydınlatılmış. Sanki güzel bir tiyatro sahnesinde gibiyim. Evlerin hemen hepsinin önünde rengarenk çiçekler envai çeşit kokular sunuyorlar. Leylaklar, erguvanlar, begonyalar, ateş ağaçları, manolyalar, güller bayramlık elbiselerini giymiş güzeller gibi gülümsüyorlar.
Buralarda köyler, kasabalar şehirlerden daha bakımlı, daha bir tabiatla iç içe. Çamur deryası kışlardan, tezek kokulu yazlardan eser yok. Hafızalarımıza kazınmış ve asla değişmez dediğimiz köy kavramı burada anlamını yitiriyor.
Acaba diyorum bizim köylerimiz, kasabalarımız da böyle olamaz mı? Gurbet ne kadar güzel olursa olsun insan yine de kendi memleketini özlüyor. Akmayan suları, yanmayan elektrikleri, inek böğürtüleri, koyun-kuzu meleyişleri ile o köyler bizim köyümüz. Doğu kültürünün kendine has seslerini özlüyor insan. Ezan seslerini, tekbirleri, salavatları hatta çarşı-pazarlardaki davetkar sesleri, otogar cazgırlarının irrite eden bağırtılarını, kahvelerden sokaklara taşan, “Çaylaaar… taze ve demli!” sesini bile özlüyor.
Bu ıssız ve sessiz sokaklarda yürürken burnuma yine o bildik koku geliyor. Bir hanımeli çiçeğinin bayıltan kokusu. O hanımeli çiçeği ile halleşmek için daha önce o sokaktan defalarca geçtim. Bahçe sahibinden bir dal isteyip balkona dikecektim. Hatta sırf, onun için cümleler bile kurdum kafamda. Utandım, isteyemedim.
Çünkü o çiçek bana köyümüzdeki kerpiç evi hatırlatıyor. Rahmetli anamla diktiğimiz, sarı salkımlı çiçekleri ile bahçe kapısından giren herkese en nefis kokular sunan o hanımeli çiçeğini.
Yorgun yaz akşamlarında gittiğimiz yatsı namazlarında şadırvanın tatlı su şırıltılarına karışan hanımeli kokularını hatırlatıyor. Gurbetteki tek katlı bir evin beyaz duvarından başını uzatarak gelip geçene Gülpembe türküleri söyleyen o hanımeli çiçeğinin kokularını sürünerek taş döşeli ıssız dar sokaklardan köyüme uzanıyorum. Günlerden arife…
Babamın, inşaat halinde bırakıp gittiği köy camisinde kılınan ikindi namazından sonra camiden çıkan kalabalıkla kabristana gidiyoruz. Yasin’ler, Tebareke’ler sesli okunuyor. Sadece diriler değil ölüler de dinliyor. Her bir kabrin başını bekleyen serviler, o ilahi seslerle kendinden geçmiş dervişler gibi arada bir içli içli nefes alıp veriyorlar. Mehmet Hoca kısa bir konuşma yapıyor. “Cemaat, işte en son geleceğimiz yer burası. Asıl bayram burada kazanmaktır. Buraya imanla girmektir. Bakın, bizden öncekiler fakiri-zengini, genci-ihtiyarı, kadını-erkeği hepsi burada yatıyor…”
Sonra herkes kendi yakınlarının kabri başına dağılıyor. Dua ediyorlar, kabirlerin üzerindeki yabani otları temizliyorlar. Yeni çiçekler dikiyorlar, yanlarında getirdikleri ıbrıklarla suluyorlar. Önceki gün arife idi. Ve ben binlercesi gibi uzaklardan, çok uzaklardan, taş döşeli dar sokaklardan Fatihalar, Yasinler uçurdum anne-babama.
Dün ve bugün bayram. Biz tam on dört bayramdır gurbetteyiz. Bizi, köyümüze hasret bıraktılar. Yanık bir ozanın dediği gibi: “Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…” Bayramlarda çocuklar, gelinler, kızlar bir araya gelirdik, bayramın geldiğini fark ederdik. Annelerimizin, babalarımızın sevinci görülmeye değerdi.
Bayram sabahı köy odalarında sofralar kurulur, eller öpülür, şekerler, şerbetler dağıtılırdı. O güzel adetler hala devam ediyor mudur? Yoksa, o güzel anılar güzel atlarına binip gittiler mi?
Bayramlar benim için unutulmaya yüz tutmuş rüyalar gibi oldu. Köy bayramları çocukluğumuzun en tatlı anıları olarak artık hatıralarda kaldı. Köye dönsek de çocukluğumuza geri dönemeyiz. O evlerin ışığı söndü.
Nicelerimizin anne babaları bizler gurbette iken öldü. Ne son vasiyetlerini alabildik, ne başlarında bulunabildik, ne tabutlarına omuz verebildik, ne de kabirlerine bir avuç toprak atabildik…
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Köylerimiz eski köy değil, bayramlarımız eski bayram değil. Kapılar kilitli, ışıklar sönük, yaylalar suskun, kaval sesleri duyulmuyor. Analarımız, babalarımız “Bayram geldi, oğullarım torunlarım gelip kabrimizde Kuran okuyacaklar.” diye bekliyor…
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Ve “Ülkeme gün doğa / Bayram o bayram ola” sözlerinin aydınlığında yürüdük biz yolları… Ve bizim yürüdüğümüz o yollarda bayramlarımız vardı. Mahalle mahalle, sokak sokak seferber olduğumuz, “Aman bir deri zayi olmasın, bunlar öğrenciye burs olacak, sıcak bir yuva olacak, yurt olacak, okul olacak!” dediğimiz bayramlarımız… Kurbanlıkların taşındığı kamyon kasalarında, sağanak yağmurun altında üst-başın fışkı koktuğu bayramlar… Ve bizim, içlerinde öğrencilerin cıvıldaştığı, bayram sabahları bahçesinde, kınalı koçların, koyunların, kuzuların meleştiği müesseselerimiz vardı.Ve bizim bayramlarımız vardı…
Rüzgârın, güneşin bir yolunu bulup girdiği ama hiçbir bayramın giremediği yoksul evlerin kapılarını çaldığımız bayramlarımız. Kerpiç bir evin içinden yaşlı ve yorgun bir sesin “Gidin artık, ne istiyorsunuz? Bütün evlatlarımı alıp dağa götürdünüz. Bir canım kaldı, onu da mı alacaksınız?” sözleri karşısında, “Anacığım biz senin canını almaya değil sana kurban olmaya geldik.” dediğimiz bayramlarımız.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Ellerimizde paketlerle, “Haydi, bu bayram yine gurbetlerdeyiz.” diyerek uçaklarla yeni ufuklara, yeni ülkelere havalandığımız bayramlarımız. Ve o uçaklar bayram taşırdı Tanrı Dağları’na, Afrika çöllerine… Dünyaya bayram taşıyan o insanlar, şimdilerde hapishane köşelerinde, tek başına hücrelerde, gaybubetlerde, gurubu olmayan gurbetlerde… Bu bayram yine yaralı yüreğim, gam kervanlarının yol güzergâhında. Bu benim elimde değil. Yüreğimin yangınlarını teskin edemiyorum.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Nice emeklerle, gözyaşları ile, alın teri ile harcı karılan, kapı kapı dolaşılarak, yüzsuyu dökülerek yapılan binlerce okul, yurt, dershane; bir zamanlar yeni bir neslin cıvıltılarına sahne olan o güzelim binalar, beşinci katlar; bir zamanlar yolunu şaşıran her geminin sığınağı olan, o teri rayihasını taşıyan odalarında koridorlarında efil efil cennet esintileri olan o güzelim mekânlar şimdi namahremin eline geçmişken… Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş benim neyime! Anadolu’da her bir ev bir mektep, bir mabed gibi çalışırdı. Yazları yaylalarda kamplar olur, Kur’an sesleri, tesbihat sesleri kuş cıvıltılarına karışırdı. Ya şimdi…
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Sırf davaya ihanet etmemek, müfteri olmamak için evini, fabrikasını, holdingini kaybeden, dün bütün Türkiye’nin tanıdığı saygın iş adamları Sefiller’deki Jaen Valjean gibi köşe bucak kaçarken…
Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş neyime!
Demirperde yıkıldıktan sonra on binlerce yiğit insan dünyanın dört bir yanına dağıldı. Irmaklarda gün döndü, çöllere ışık düştü, çöller İrem bağlarına döndü, sulh adacıkları oluştu, mazlum milletlerin ufkuna bir fecir parıltısı gibi düştüler, onlarla gülüp onlarla ağladılar… Kimi bu uğurda Âdem Tatlı, Erkân Çağıl gibi canını verdi. Kimi Süleyman Alptekin gibi iki ayağı ile çıktığı ülkesine tek ayakla döndü. Ülkesinin yöneticilerini arkalarında görmek isteyen bu havariler arkalarından hançerlendiler, terörist ilan edildiler.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime…”
Nice canlar, nice serv-i revanlar, gurubu olmayan gurbetlerde Osmanlının beyefendi şehzadesi Ömer Faruk Efendiler gibi “Ah vatanım, ah vatanım!” diye diye can verdi, hala veriyor. Bacım hamile, hapse alınıyor, doğum için hastaneye zor yetiştiriliyor, doğum yaptıktan bir müddet sonra eline kelepçe vuruluyor, başına asker dikiliyor, babası kim bilir hangi hapishanede… Savaşın bile bir kanunu vardır. Tarihte nice zalimler vardır. O zalimlerin, o çete reislerinin bir raconu vardır. Kadına dokunmazlar, çocuğa dokunmazlar…
Tekerlekli sandalye ile dolaşabilenleri gözaltına almak, dünya hukuk tarihinde, bize zulmedenlere nasip oldu. Melek gibi insanları incittiler… Onlar orada hapiste iken, bir peçeteye babasının resmini çizen “Babacığım, seni çok özledim!” diyen yavrunun elindeki babasının resmi olan peçeteyi insafa gelen bir gardiyanın babaya ulaştırdığı bir bayramda…
Söyleyin Allah aşkına, bayram gelmiş neyime!
Hacer Anamız ve oğlu İsmail kadar yalnız değiliz. Kimsesiz, ıssız bir çölde tek başımıza değiliz. Kim bilir, hapisteki kardeşlerimiz birer Yusuf, birer Hacer olarak çıkacaklar. Her biri bir derviş, bir veli olarak çıkacaklar. Kapılar bir gün özgürlüğe açılacak ama o gün sadece kapılar değil kalpler de Allah’a açılmış olarak çıkacaklar. Çıkacaklar ama benim bu bayram yine bütün efkarım üzerimde. Yüreğime damlayan kanlara gurbetteki bir hanımeli çiçeğinin kokusu ile Kazancı Bedih’in Havar türküsü karışıyor bu bayram.
“Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime
Gönlü şad olan gülsün / Gülmek benim neyime…”